Dünyada üç farkı tür yaşam formundan bahsedebiliriz. Bunlar insanlar hayvanlar ve bitkilerdir. Bu üç yaşam formundan insanlık; akıl, düşünce yetisi ve iradesiyle farklılaşır. Bu farklılığı sayesinde diğer yaşam formlarına üstünlük sağlar. İnsanlık türüne baktığımızda insanlık türünün iki farklı cinsten yani erkek ve kadından oluştuğunu görürüz. Dünya’da insanlık tarihinden günümüze kadar bu iki farklı türün birleşmesiyle yeni bireyler dünya gelmiş ve insanlık türünün devamı sağlanmıştır. Bu bağlamdan da anlaşılacağı gibi kadın insanlık tarihi ve toplumsal tarihte hep var olagelmiştir. Tarihsel sürece baktığımızda, geçmiş tarihte şehir devletlerinde olduğu gibi kadınlar zaman zaman insan yerine konmamış, cahiliye dönemi olarak ifade edilen dönemde daha çocuk yaştayken toprağa gömülmüş, Orta Çağ Avrupası’nda cadı diye sıfatlandırılarak yakılmış veya yaşamına son verilmiştir. Yazının konusu olan Feminizm ise bu gibi benzer durumlara tepki olarak doğmuş, kadının -en kapsayıcı şeklide- ikincil insan duruma düşürüldüğünü, bunun kadınlara yapılan haksızlık ve yanlış bir muamele olduğu düşüncesi etrafında şekillenmiştir.
Kadın haklarının korunması gözetilmesi ve kadını ikinci insan profilinden kurtarma çabası olarak anlatabileceğimiz feminizmin düşüncesinin ve feminizm kavramının kökeni noktasında farklı tespit ve düşünceler vardır. Kimi düşünürler feminizm kavramını Latince dilinden femina yani dişi kadın sözcüğünden türediğini savunurken bazı düşünürler ise feminizm düşüncesini direk olarak 19.yy. ideolojileri arasında saymıştır. Bu kavramı ilk kullanan kişinin ise Fransız toplum bilimci ve sosyalizmin ilk savunucularından olan Charles Fourier olduğu bilinmektedir. Farkı anlamlarda ve birçok tanımı olsa da feminizmin en genel tanımını “kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi ve kadının bu ilişkideki dezavantajlı konumunu sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve tarihsel çerçevede sorgulayan; toplumsal yaşamda erkek üstünlüğünün ve erkek bakış açısının temel olmasını eleştiren; toplumun kadın bakış açısına ve bu bakış açısının kadına yüklediği rollere itiraz eden politik bir hareket olarak” yapabiliriz.
Feminizmin tarihsel olarak tekbir çıkış noktasına sahip olmadığını söyleyebiliriz. Feminizmin tarihini orta çağa götürenler 17 yy’da arayanlar, Fransız devriminden sonra şekillendiğini düşünenler ve İngiliz sanayi devrimi sonrasında ortaya çıktığını düşünenler mevcuttur.
Feminizmi kadın hakları hareketi ve kadının kurtuluş hareketi olarak iki başlık altında incelemek hem tarihsel süreçte feminizm gelişimini ortaya koymak hem de farklı düşünceler arası sınırları netleştirmek açısından daha yararlı olacaktır. Yukarıdaki ayrım aynı zamanda feminizm literatüründe birinci dalga ve ikinci dalga feminizm olarak da geçmektedir. Birinci dalgayı oluşturan kadın hakları hareketi, kadın-erkek ilişkilerinin hiyerarşik yapısını bir başka ifadeyle kadınla erkek arasında meydana gelen eşitsizliği ortadan kaldırarak kadın ve erkeği eşitlikçi temelde bir araya getirmeye çalışmıştır. Feminizmin klasik eserlerinden olan John Stuart Mill’in yazdığı “Kadının İkincilliği” kitabı feminizm literatüründe önemli bir yer tutar. Mill’e göre “kadın ve erkek arasında doğası itibariyle bir fark yoktur. Kadınların geri kalmasının temel nedeni onların erkeklerle aynı haklara imkanlara ve fırsatlara sahip olmamasıdır”. Bu düşünce itibari ile kadınlara erkeklerle aynı haklar sağlanırsa kadınların ikincillikte kurtulacağı, toplumsal ve siyasal alanlarda erkekler gibi aktör haline gelebileceklerdir. Bu düşünce ışığında feminizmin başlangıçta erklerle aynı doğal haklara sahip olmak çabası üzerine yükseldiğini söyleyebiliriz. Buradan hareketle liberal feminizm ve eşitlikçi feminizm olarak da adlandırılan birinci dalga feminizmi ‘’kadının her alanda erkelerle eşitliği savunmuş ve bunu gerçekleştirmek amacıyla yasal düzenlemeler yapılmasını hedef almıştır.
Birinci dalga feminizmine getirilen en büyük eleştiri ataerkil sistem içerisinde kalarak kadını erkek değerlerine eşitleyen bir yaklaşımı savunmasıdır. Bir başka ifadeyle erkek değerlerini referans alarak kadını da bu değerler üzerinden eşitlemeye çalışmasıdır. Kadın haklarını ataerkil düşüncesi içinde eşitlemeye çalışmak ise eleştiricilere göre bu sistemin devam etmesine olanak sağlamaktadır.
Feminizm düşüncesini iki farklı başlık altında birinci dalga olarak kadın hakları hareketi ve ikinci dalga olarak da kadının kurtuluş hareketi olarak incelemenin daha yararlı olacağına yukarıda değinmiştik. Kadının kurutuluşu olarak sıfatlandırılan ikinci dalga boyutu, kadının ataerkil yapının baskısından kurtulması anlayışına dayanmaktadır. 1960’larda ortaya çıkan ikinci dalga boyutu kadınların evrensel bir özne olarak erkeklerle eşitlenme çabası fikrini kadınların erkelerden farklı ve kendi içinde bütünlüklü homojen bir özellik taşıdığı fikrine evirmiştir. Başka bir ifade ile erkeklerle sadece eşitlik sağlamayı amaçlayan siyasal ve yasal değişim yerine daha köklü daha geniş bir kültürel evrim geçekleştirilmelidir.
İkinci dalga boyutu içinde ifade edilebilecek ana feminizm akımı radikal feminizmdir. Radikal feministler kadınların baskı altında olmasına kapitalizmin değil ataerkilliğin/erkek egemenliği sebep olduğunu savunur. Bu yaklaşıma göre ataerkil yapı kadının potansiyelinin gelişmesini aşk, savunmasızlığı, bağımlılığı, sahipliği, acıyı ve duyarsızlığı içinde geliştirdiği için engeller. Radikal feministler evlilik kurumunu da kadınlara eziyet etmenin temel formülü olduğunu düşünürler. Bununla beraber evlilik kurumunun kaldırılmasını gerektiğini düşünmüşler ve üremenin rahim dışı yollarla sağlanmasını savunmuşlardır.
Radikal feminizmle beraber sosyalist feminizmde ikinci dalga içerisinde yer alır. Sosyalist feministler ideoloji olarak sosyalizmin birçok tezini kullanarak aynı zamanda kapitalizmin eleştirisi üzerine düşüncelerini inşa etmişlerdir. Genel anlamda sosyalist feminizmin ana tezi, kapitalist sistemin ataerkil sistemi ortaya çıkardığı bu nedenle ikisinin de kaldırılması gerektiğidir. Bu anlayış özel mülkiyeti kadın ve çocukların köleleştirilmesinde erkeklerin ilk adımı olarak görmüşlerdir. Özel mülkiyet ile kadın erkeğin ihtirasının kölesi olmuş sadece doğurma aracına dönüşmüştür.
Postmodernizm, modernizmin yoğun bir eleştirisi üzerine kuruludur. Feminizm konusunda da postmodernizm modern olarak nitelendirilebilecek birinci ve ikinci dalgayı eleştirerek üzerine inşa edilmiştir. Eleştirinin odak noktası ise birinci ve ikinci dalganın evrenselci oluşu tek hakikat doğru olduğu düşüncesidir. Bu eleştirilerden sonra 1980 yıllarında üçüncü dalga olarak nitelendirilebilecek üçüncü dalga ortaya çıkmıştır. Postmodernizm feminizmine göre kadınları homojen olarak görmek yani tüm kadınların sorunlarını bir olarak düşünmek kadınların maruz kaldıkları farklı ezilme nedenlerini göz ardı edilmesine sebebiyet vermektedir. Bu farklılıkları ilk olarak siyah ve etnik azınlığa mensup kadınlar dile getirmişlerdir. Kendilerinin sadece kadın olmaları değil aynı zamanda etnik ve ırksal özelliklerinden dolayı da ötekileştirildiklerini dile getirmiş ve bu sayede feministlerin tüm kadınlarının ikincilliğinin aynı nedene dayandığı tezini çürütmüşlerdir.
Feminizmin Köşe Taşları
Her ideolojide fikir dizelerinde olduğu gibi feminizminde üzerine inşa edildiği köşe taşları bulunmaktadır. Yukarıda da değinildiği gibi feminizm hareket içinde farklı dalgalarla ifade edilebilecek duruşlar gelişmiştir. Birinci dalga kadın hareketleri eşitliği, ikinci dalga kadın hareketleri, kurtuluşu ve 1980’lerden sonra orta çıkan evrenselciliği ve tek doğruyu reddeden 3 dalga kadın hareketleri ise farklılığı savunmaktadır. Bu duruşların ortak payda da buluştukları feminizm köşe taşlarını toplumsal cinsiyet eleştirisi, ataerkillik kültürün eleştirisi, özel alanın politikliği, bilinç yükseltme, kız kardeşlik erkeklik-erillik eleştirisi, kadının kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkı, ev içi emek olarak zikretmek mümkündür.
Toplumsal Cinsiyetin Eleştirisi
Feminizmin en temel kavramlarından biri olan toplumsal cinsiyet kavramı (gender) ilk kez feminist yazar Simone de Beauvoir tarafından kullanılmıştır. Yazar yayınladığı “İkinci Cins” adlı kitabında “kadın doğulmaz kadın olunur” ifadesiyle kadınlığın biyolojik bir ayrım olmadığını toplum tarafından üretilen bir tanım olduğunu ileri sürer. Toplumsal cinsiyetle biyolojik cinsiyete toplum tarafından atfedilen anlam ve değeri, bu çerçevede belirlenmiş rolleri ifade etmektedir. Başka bir ifade ile kadın ya da erkek olma durumunun toplumsal kültürel ve tarihsel olarak kurgulanmasıdır. Feminizm de toplumsal cinsiyeti eleştirir, toplumsal yapıda kadının erkeklere göre dezavantajlı olmasının nedeninin toplumsal cinsiyet olduğunu düşünür. Bu sebeple toplumsal cinsiyet temelli rollerin değiştirilmesi için çaba önemlidir.
Ataerkil Kültürün Eleştirisi
Ataerkillik ailede en yaşlı erkeğin yönetimini ifade eden bir kavramdır. Max Weber ataerkillik kavramını erkeklerin toplumu yönetme ve hükmetme sistemini tanımlamak için kullanmıştır. Feminist literatürde ataerkillik erkek egemenliğini ve kadınları baskı altına alan toplumsal yapıyı ifade etmek için kullanır. Feminizm literatüründe ise bu bağlamı kullanan ilk kişi Kate Millet’dir. Millet’e göre “ataerkil kültür, kadınları erkeklere hizmet etmeye ve bu rolü kabul etmeye şartlanan erkek egemenliğinin ideolojisidir.” Ataerkil toplum anlayışına göre erkekler doğaları gereği akılcı, güçlü, yönetme ve egemen olma yeteneğine sahiptir ve toplumsal rolleri de buna göre şekillenmiştir. Ataerkil sistemde kadınlar duygusal (akılcı olmayan) zayıf kırılgan ve yönetme yeteneğinden yoksundur. Bu sebeple kadına biçilen roller ev merkezli ve erkeğe yöneliktir. Yine ataerkillik sisteminde kadının konumu erkeğin neslini devam ettirmek, namus ve bekaretini koruyarak erkeği onurlandırmak kadının temel görevidir. Feministler kamusal alanında ataerkillik sistemini tarafından düzenlendiği savunmaktadırlar. Yani ataerkillik kültürü iş ortamından siyaset alanına, eğitimden sokağa kendisini bariz bir şekilde hissettirir. Feministler ise ataerkillik kültürüne önemli eleştiriler getirmişler ve bu kültürün temellerini kurutmaya çalışmaktadırlar.
Özel Alanın Politikliği
Feminizmin en büyük eleştirilerinden biri kadının özel alana yani eve hapsedilmesi düşüncesidir. Feministler kadınların sınırlandırıldıkları özel alandan çıkararak kamusal alan taşıyabilmeyi amaçlamaktadırlar. Ayrıca kamusal alanın siyaset, eğitim, hukuk, ekonomi vb. dönüştürülmesinin yeterli olmadığını ayrıca özel alanın temellerini atan ataerkil sisteminin de dönüştürülmesi gerektiğini savunurlar. Kadının rolünü sadece annelik ve ev kadınlığına indirgemenin kadınların özgüvenlerinin ve yaratıcılıklarını kaybetmelerine sebep olduğunu düşünmektedirler.
Bilinç Yükseltme
Geçen zaman içinde feministler içinde giderek önemi artan bilinç yükseltme, kadınları bir tahakküm altında tutan ataerkil kültüre karşı onun değerleri, uygulamaları hakkında bilinçlendirmeyi amaçlamaktadır.
Kız Kardeşlik
Kız kardeşlik kavramı ikinci dalga feministleri içine önemli bir yere sahip Virgina Woolf’un temellendirdiği bir kavramdır. Woolf “bir kadın olarak vatanım yoktur” cümlesiyle toplumdan ve kültürden bağımsız bir küresel kız kardeşlik anlayışı önerir. Bu anlayışın merkezinde kadınların homojen bir bütün olduğu düşüncesi yatar. Nitekim günümüzde bazı feministler bu kız kardeşlik kavramını ütopik bulmuşlardır. Aynı zamanda kadınların da birbirlerine en az erkekler kadar cinsiyetçi, ayrımcı, hatta tahakküm altına alabileceklerini dile getirmişlerdir
Erkeklik-Erillik Eleştirisi
Feminist literatürde erkeklik-erillik bir biyolojik cins olarak erkeğin toplumsal yaşamda nasıl düşünüp davrandığını belirleyen ondan erkek olduğu için rol ve tutumların hepsini ifade eder. Feminizmin en başından günümüze kadar eleştirilerin hedefinde olduğu bir durumdur.
Kadının Kendi Bedeni Üzerindeki Tasarruf Hakkı
Kadının kendi bedeni üzerinde tasarrufta bulunarak erkeği ya da toplumun bundan mahrum bırakılması etrafında şekillenen bu durum feminizmin literatüründe önemli bir yer tutar. Bu bağlamda özellikle ikinci dalga feminizm cinsel devrim (kadının istediği kişiyle ile birlikte olması) bu anlayışa göre kadın bedeni ne iktidarın ne toplumun veya herhangi bir grubun tasarrufu olmalıdır. Bu bağlamda özellikle ikinci dalga feminizm cinsel devrim (kadının istediği kişiyle ile birlikte olması) tümüyle kadında olmalıdır
Ev İçi Emek ve Kadının çalışması
Aile içinde yapılan ve aile fertlerini işlerini kapsayan işlerin yapımı ev içi emek kapsamındadır. Ataerkil toplumsal yapıda ücretli iş erkek işi olarak görülürken kadının evdeki emeği karşılıksız kalmaktadır. Feminizminde eleştiriş bu noktada bu emeğin göz ardı edilmesindedir.
Kadınların özel alandan kurtulup dışarıda farklı üretim araçlarına dahil oldukları zamanda birçok sorunlar karşılaşılmaktadır. Ekonomik ücret işçi çıkarımında öncelik olması bazı kadınsı sebeplerden ötürü -hamilelik izni emzirme izni gibi- bunların asal düzenlenmiş bu sebepten işçi olarak kabul edilmemesi sözlü veya davranışsal tacize maruz kalma gibi. Bunun yanında bazı mesleklerin erkeklerin tahakkümünde olması toplumsal cinsiyet rolleri gereksinimlerince kadınları bazı mesleklere yönlendirilmesi kadınları yaşadıkları bazı sorunlardır. Feminizm bu noktada da kadının emeğinin karşılığının verilmesi gerektiğini emeğinin ev içinde ve ev dışında sömürülmemesini eleştirmektedir.
Sonuç
Feminizm uzun bir geçmiş tarihe sahip olan içinde kısmi doğruları barındırdığı kadar büyük yanlışları da barındıran bir harekettir. Temelde kadın haklarının her şekilde savunulmasını ve korunmasını gözetir. Ataerkil sistemi toplumsa cinsiyet dayatmasını kadının, erkek tarafından ekonomik olarak tahakkümü altına alındığı düşüncesi etrafında şekillenir. Geçmiş tarih de literatürde önemli yer alan feminizm önümüzdeki yıllarda da önemli bir konu olma özelliğini koruyacağı beklenmekte.
*Bu makalede yer alan fikirler Hasan Demirlenk’e aittir ve İFTAM’ın editöryel politikasını yansıtmayabilir.