“Hakîkat” mefhumundan ne anlamamız gerekiyor?

Hakikat Arapça bir tabirdir; bir şeyin aslı, esası, özü yerini ve onu meydana getiren şey demektir. Duyu verilerinin, akılla kavramanın ötesinde varlık aleminin ne olduğunu, neyi temsil ettiğinin bilinmesi demektir. Hayat dediğimiz şeyin ya da her din, düşünce, ideoloji, dünya görüşünde merkezi bir yer tutar. Hakikat dil, anlam ve düşünce üzerine daima kurucu role sahiptir. İnsan dünyayı, hadiseleri bir hakikatin aracılığıyla anlar ve anlamlandırmaya çalışır.

Hakikat veya inandığınızdan dolayı hakikat telakkisi doğru dediğiniz şeyi ve anlamı kaynaklık eder. Diğer bir ifadeyle hakikat dediğimiz doğruyu bulmak için kendisine teslim olduğumuz şeydir. Teslimiyet dediğimiz şey de başka zihinsel bir süreç olarak devam eder ve çok zaman da bunun farkına varılmaz. Hakikat insanın oluşturduğu veya varmış olduğu bir kanaat değildir. Hariçten edinilen bir şeydir. Benim için doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırma imkanıdır. Niyetlerimizi olduğu gibi, gerçeklerle ilgili tasavvurlarımızı da ondan hareketle kurarız.

Her düşünce ve amel bir bilgiye niyete dayalı olarak var edilir. Bunlar ise bir hakikat esas alınarak ancak oluşturulabilir. Diğer bir ifadeyle düşünce ve amel bir niyete, niyet de bir hakikat telakkisine dayanır. Benzerlikler taşısa da bu sebeple her hakikat telakkisinin daima kendine has bir bilgi biçimi vardır. Daha ziyade bu kendini muhtevada gider; bu bilgiyle hakikat telakkisi kendini temsil eden bir zihniyet ve insan modeli inşa eder ve ona bir gelecek tasavvuru aşılar. Bu hakikate bağlı kalarak bilgi de bir idrak biçimi sanat, siyaset, iktisat anlayışı sağlar, Esasında bu aynı zamanda bize tarafsız bilgi biçiminden söz edilemeyeceğine bir hatırlatmadır.

Dolayısıyla hakikat ölüme veya ölüm sonrasına dair verilen bir cevap değildir; daha ziyade dünyayla alakalıdır. Ayrıca hakikat telakkisi bunlar yanında bir de insan için bir anlamlandırma kaynadığıdır; hakikat varlık alemini anlama ve açıklamayı sağlar. Fakat bu açıklama çabası aynı zamanda bir anlamlandırmadır. Anlamlandırma niçin var olduğumuza, yaşadığımıza verilen bir cevaptır. İnsan yaşamını anlamlı kılan ve onu bir bütün haline getiren inandığı hakikat telakkisidir.

Kimi felsefecilere göre “hakîkat ve “gerçeklik” aynı anlamı taşır. Siz bu ikisi arasında herhangi bir ayrıma gidiyor musunuz?

Modern zihniyet eşyanın varlığın hakikatinin kendinde içkin olduğuna; eşyanın varlığının kendin ve içkin kanunlara dayandığına inandığından hakikat ve fizik gerçekliğe özdeş olarak bakmıştır. Bu varlığı eşyayı her türlü harici sebepten bağımsız olarak ele almak demektir. Bu anlayışa göre fiziki gerçeklik bilindiğinde onu kendisi yapanın da ne olduğunun bilinebileceği ya da açıklanabileceğine inanılır. Esasında bu eşyayı yine kendisiyle açıklamak demektir; ama bunu bir Müslüman tabi ki kabul edemez. Halbuki modern hayatın hakikat dediği fiziki gerçeklikte aramadığı şeydir. Çağdaş bilgi, eğitim, insan anlayışı bunun üzerine kuruludur.

Müslüman için eşyanın hakikati onun yaratılmış olmasında yatar, bu yüzden de hakikati ile eşyanın fiziki gerçekliği özdeşleştirilemez. Şüphesiz ki her şeyin kendisine has bir fiziki gerçekliği vardır ve bu da “yönteme” bağlı olarak araştırılıp öğrenilebilir. Bir de bunu hangi niyet ve gaye için yaptığımız önem taşır. Bahsini ettiğimiz modern anlayışla ilgili gereklilik meselesidir. Ve dedik ki Müslüman gerçekliliği hakikat olarak kabul edemez. Şimdi bunun haricinde başka bir gerçeklikten bahsetmeye çalışacağım. Hakikat ve gerçeklik arayışında yaptığım bir ayrıma ve gerçeklik dediğim ilişkiye bakmak istiyorum.

Zira bu işin bizi esas ilgilendiren tarafı beşeri dediğimiz gerçekliktir. Yani bizim insan olarak düşünce ve amellerimizle bir ilişkiler ağı olarak kurduğumuz ve içinde hayatımızı sürdürdüğümüz sosyal dediğimiz gerçekliktir; yani yaşadığımız hayat ve onun tarzıdır.

Fiziki gerçeklik haricinde beşere ait gerçeklik dediğimiz şey kendiliğinden oluşması da daima bir hakikat telakkisine göre insan eliyle ve kurduğu ilişkilerle oluşur. İnsan inandığı ya da kendine temel olduğu bir hakikatten öğrendiklerini sistematik hale getirerek beşeri dediğimiz bu gerçekliği kurar. Düşüncelerine, edindiği hayatın gayesine uygun bulduğu malzemeleri de kullanarak bunu ortaya çıkarır. Unutmamak lazım ki insan farkında olmasa da sürdürdüğü anlayışından bağımsız cereyan etmez. Her şeye rağmen insan ilişkilerinin rengini, anlamını, istikametini, gayesini tayin eden kabul görmüş hakikat telakkisidir.

Bu hakikat telakkisi dine ait olabileceği gibi bir ideolojiye, bir dünya görüşüne de ait olabilir. Sözünü ettiğimiz hakikat telakkisiyle ilgilidir, hakikatin kökeniyle değil. Müslüman kökeni vahye dayalı bir hakikat telakkisine inanır, zaten buradaki temel mesele de şudur; Müslümanın yaşadığı bu hayat ya da sosyal gerçeklik içinde inandığı hakikatin rolü nedir? Bu hakikat acaba bugün kendine göre bir gerçeklik oluşturabilmekte, kurabilmekte midir?

Bir Müslüman için “hakîkati aramak” ne demektir? Yâhut bizim için hakîkat aranan bir şey midir, yoksa verili bir şey mi?

Modern düşünce veya modern çağın akıllarda tutulması lazım gelen en önemli vasfı hakikati arayan bir çağ olmasıdır. Din adamının kutsal kitaptan çıkardığı hakikati batı insanı Rönesans’tan itibaren bu defa tabiattan çıkaracağına inanmıştır. En başta bu hakikatin kaynağının kökten değişmesi demek ki; tabi ki buna bağlı olarak bilginin de kökeninde ve mahiyetinde değişim demektir. Kutsal kitaptan değil, artık tabiattan elde edilen bilgi inanca, hayata, sorunların çözümünde rehberlik yapacaktır. Bilindiği gibi bu bilgide giderek bütün dünyada insan zihnine ve hayatına egemen hale gelir.

Çok farkında olmasak da aslında başta insan ve toplumu bu bilgiyle tanımlıyoruz, ideallerimizi ve hayatımızı da buna göre kuruyoruz. Ama çelişkili bir şekilde buna rağmen de biz Müslümanız diyoruz.

Buna mukabil Müslüman için hakikat aranan değil, verilen şeydir. Müslümanın hakikati aramak diye bir sorunu yoktur ve olamaz, zira böyle bir şey onun itikadıyla zaten çatışması demektir. Müslüman inandığı hakikatin ışığında hem kendi gerçekliğini, kim olduğunu, hem de fiziki dünyayı araştırıp öğrenir ve anlamlandırır. Bu araştırma ve öğrenmenin yol ve yöntemini ve de amacını yine inandığı hakikat belirler ve belirlemelidir.

Hakikat Müslüman için Allah’ın vahiyle gönderdiğidir; ya da bilgi olarak kendisine verilmiş olandır. Onun aslında verilmemiştir. Cömert olan rabbimizin lütfuyla insana kalemle öğretilmiştir. İnsan bilgiyi imana, imanı da amele dönüştürerek, bu ameller üzerinden kendi gerçekliğini kurar. Her gerçekliğin insanın inandığı hakikatte uyum için olması beklenir, aksi halde insan bugün Müslümanın yaşadığı gibi içinde bulunduğu gerçeklikle çatışma yaşar. Günümüz Müslümanının yaşadığı gerçeklik ya da diyelim ki hayat evreni kendine ait olmadığından inandığı hakikatle sürekli bir gerilim halindedir.

Zira bu gerçekliği kuran hakikatin bilgisi, yine bu gerçekliğin öngördüğü ya da davet ettiği yaşama biçimi, insani ilişkiler idealler ve önerdiği gelecek tasavvuru derdinin değil. Tarihte yaşanan böyle dönemlerde inanılan hakikat insanın taşımakta zorlandığı ağır bir yüke dönüşmüştür.

Hakîkatin görünüm ve ifâdeleri çoklu olabilir mi?

Hakikat tektir; “hak”tan geldiği gibi onu temsil eden de Allah’tır. Fakat insanın şahitler olarak hakikate davet eden varlık dünyası çoklukla doludur; bunlara biz “ayet” diyoruz. Dolayısıyla ayetler farklı şekilde yorumlanabilir, zira kaynağa bağlı olarak yoruma açıktırlar. Ancak bunu günümüzdeki post-modernliğin çoğulculuk dediği şeyle karıştırmamak lazım. Post-modernizmin sözünü ettiği çoğulculuk hakikatin parçalanmasıyla ortaya çıkmaktadır. Yani kaynağı yok etmekte, hakikat yoktur demekte, sonra da hiçbir ilkeye bağlı kalmaksızın çoğulculuktan bahsetmektedir.

Postmodern kültür sizce bizim hakîkat bilincimizi zedeliyor mu? 

Post-modernizme göre hakikat yoktur ve her şeyi bizim yorumumuza bağlı olarak gerçeklik kavramamaktadır. Bu yüzden de hiç kimse artık herhangi bir referans kaynağı ortada kalmadığından, benim yorumum doğrudur diyememektedir. Bu değişmez sabit bir şeyin olmadığı veya olamayacağı demek olduğundan ortak bir doğru söz konusu değildir; zira doğru ya da gerçeklik nesnel değil özneldir.

Abdurrahman Arslan

Abdurrahman Arslan'ın Eserleri Dünyaya Müslümanca Bakmak / Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm / Zaman Dışı Konuşmalar / Kalbin Akletmesi / Yeni Bir Anlam Arayışı / Nehri Geçerken / Yeni Politik Kültürün Dünyasında / Modern Dünyada Müslümanlar

Paylaş