Düşünce… Serüveni insanlık tarihi kadar gerilere uzanan kadim bir kavram. Ama onu sihirli bir iksir, ayartıcı bir performans ve tahrip gücü yüksek bir silah olarak yücelten modern dünya ve modern çağ oldu. Düşüncenin ufkuna “aydınlanma mefkûresi”yle yeni, büyük bir anıt yerleştirdi modern çağ: İnsan. Başka bir ifadeyle düşünceyi, insanla, insanın kendi aklıyla ve insan-madde arasındaki ilişkiyle sınırlandırdı. Artık düşünce, insanı, insanlık tarihinin bütün “ağır” yüklerinden, engellerinden kurtaran bir silah; özgürleşmek için ayartıcı bir performans ve özneleşmek adına sihirli bir iksirdi. Salt kendi aklıyla bilmeye ve düşünmeye “cesaret eden” insan, insanlık tarihinin puslu ve büyülü evrelerinden çıkarak “rüştüne erebilir” ve “tarihin sonuna” varabilirdi. Modern dönemin düşünceye dair kurduğu bu heyecan dozu yüksek hikâye aslında bir tarafıyla merkezinde insanın yer aldığı yeni zihniyet evrenlerinin inşasının hikâyesiydi. Ama aynı zamanda, insanlık tarihini biçimlendiren iki geleneksel zihniyet evreninin çözülüşünün, tarihsel gelişmeler üzerinden alan hâkimiyetlerindeki aşınmanın da öyküsüydü.

İdealist Zihniyet: Önce Akıl Vardı!
 
Modern zamanlara ve diyarlara gelmeden önce, düşüncenin doğasını, seyrini ve ufkunu şekillendiren iki temel zihniyet evreninden, iki temel gelenekten söz etmek mümkün. Kuşkusuz bunlardan önde geleni ve insanlık tarihi açısından en köklü olanı idealist zihniyet evreniydi. İdealist zihniyet, varlıktan, varoluştan başlayarak bilgi, toplum, kültür ve siyasete uzanan bir düzlemde düşünce için bütünlüklü bir zemin, evren ve ekosistem sunmaktaydı. İdealist zihniyete göre “önce akıl vardı”. Bu akıl, “zihin” ve “ruh” diye de anlaşılabilirdi. Varlığı ve zamanı ayakta tutan şey ruh/zihin/akıldı. Varlığın ve varoluşun temeli “aşkın, üst ve mutlak bir akıl”dı. Bu üstün, aşkın ve manevi akıl, yeryüzü evrenini de oradaki varoluşu da insanı da önceleyen, aşan ve fakat bütün bunların kökenini oluşturan “kurucu ilke”, “ilk neden”di. Evren ve varlık bu aşkın ve mutlak aklın bir yansıması, bir uzantısıydı. Doğal olarak insan, toplum, bilgi, kültür ve hakikat de…

Burada düşünce ve bilgi, insan aklının o aşkın ve mutlak aklın tümel bilgisine, o üstün aklın zihin evrenine erişme, ulaşma, yükselme pratiği veya en azından çabasıydı. Evrenin, varlığın, toplumun ve insanın bilgisine, bunlara ilişkin hakikate ancak onları kuran/var eden aşkın aklın bilgisine vâkıf olmak suretiyle, haydi kestirmeden söyleyelim, “marifet”le erişilebilirdi. İnsan aklı, insan ruhu o marifete ancak kendisini dünyevi/beşerî yüklerden, noksanlıklardan, kusurlardan arındırıp tasfiye ederek ve böylece aşkın aklın düzeyine yükselerek, hiç olmadı, onun “ayakucuna” “baş uzatarak” erebilirdi. Dolayısıyla idealist zihniyet için dünya düzleminde düşünce, insan aklının, mutlak aklın tümel bilgi dünyasına, mutlak aklın ölçütler âlemine doğru yaptığı bir yolculuktu. Aşkın aklın zihin dünyasına bir yolculuk; en azından o dünyanın bilgi ve normlarını keşfetme, takip etme, yakalama ameliyesiydi.

Dolayısıyla idealist zihniyet açısından, doğru bir toplumsal düzen, sağlıklı bir kültür evreni ve tutarlı bir siyaset/yönetim geleneği ancak bu aşkın/manevi aklın zihin dünyasına, o dünyanın normlarına uygun düşünmek ve davranmakla mümkündü. İnsanı aşan bir zihin dünyası, insanı aşan bir hakikat evreni, insan düşüncesinin ufkunu, yörüngesini ve seyrini biçimlendiren kurucu, yönlendirici bir otorite olarak durmaktaydı. Düşünce, insanüstü standartlarla, ölçütlerle ve insanüstü önceliklerle çevrelenmişti. İdealist zihniyet için doğru düşünmek, aşkın aklın iradesine, ölçütlerine uyum sağlamak, onunla mutabık olmak anlamına geliyordu.

Tarihin en başından başlayarak dinî inançlar, İbrahimî akideler, Mezopotamya uygarlıkları, Antikçağ gelenekleri ve sonrasında İbrahimî geleneğin son halkaları, hemen hepsi, aralarındaki kimi temel farklılıklarla bu idealist zihniyet dünyasına yaslanan, kâinatı, hayatı, bilgiyi onun üzerinden anlamlandıran, dolayısıyla düşünceyi, insanüstü, aşkın ve normatif bir dünyayla çevreleyen bir karaktere sahipti.

Dip Dalganın Yükselişi: Materyalist Zihniyet
 
Modern zamanlardan önce, düşüncenin doğasını ve ufkunu şekillendiren ikinci temel zihniyet evreni, materyalist zihniyet evreniydi. Materyalist zihniyet de tıpkı idealist zihniyet gibi, doğa ve varoluştan başlayan, oradan toplum, insan, bilgi, kültür ve siyasete uzanan bir düzlemde düşünce için bütünlüklü bir zemin ve evren sunmaktaydı. Ama bir farkla: Bu zemin ve evren maddi bir nitelik ve öz taşımaktaydı. Materyalist zihniyete göre her şeyden “önce madde vardı”. Varlığı ve zamanı kuran şey, varlığın ve varoluşun temeli maddeydi. Madde, doğayı, oradaki varoluşu ve insanı önceleyen, aşan ve fakat bütün bunların kökenini oluşturan “ilk neden”di (arkhe). Dolayısıyla evren ve varlık, bütünüyle maddenin bir yansıması, bir uzantısıydı. Doğal olarak toplum, insan, bilgi, kültür ve hakikat de maddenin ve maddi koşulların bir yansımasıydı. Hayatı kuran şey maddeydi, maddi koşullardı ve maddi yapılardı. Ve bu maddenin, işleyiş açısından kendisini aşan bir üst irade ve akılla milim ilişkisi, zerre irtibatı söz yoktu. Onun kendine özgü, “kendinden menkul”, kendine içkin bir doğası ve işleyişi vardı.
Materyalist zihniyet için düşünce ve bilgi, insan aklının maddenin içkin doğasını, iç mekanizmasını, işleyişini kavrama, ortaya çıkarma çabasıydı. Yeryüzü evreninin, varlığın, toplumun ve insanın bilgisine, bunlara ilişkin hakikate ancak onların kurucu özü olan maddenin bilgisine vakıf olmak suretiyle erişilebilirdi. İnsan aklı, insan ruhu, maddenin bilgisine ancak maddenin içinde saklı kuralları keşfederek ulaşabilirdi. Dolayısıyla materyalist zihniyet için düşünce, insan aklının, maddeye, maddenin işleyiş yasalarına doğru yaptığı bir yolculuktu. Maddenin dünyasına bir yolculuk, en azından o maddi dünyanın içkin kurallarını keşfetme, takip etme, yakalama girişimi.
Dolayısıyla materyalist zihniyet açısından, doğru bir toplumsal düzen, sağlıklı bir kültür evreni yararlı bir siyaset/yönetim geleneği ancak maddeye, maddeye içkin yasalara, maddi koşullara ve maddi yapılara uygun düşünmek ve davranmakla mümkündü. Sonuçta materyalist zihniyet içerisinde, insanüstü bir maddi dünya, insanüstü bir maddi hakikat evreni, insan düşüncesinin ufkunu, yörüngesini ve seyrini biçimlendiren kurucu, yönlendirici bir otorite olarak durmaktaydı. Düşünce, tıpkı idealist zihniyet dünyasında olduğu gibi, burada da insanüstü standartlarla, ölçütlerle ve insanüstü yapılarla çevrelenmişti. Materyalist zihniyet açısından, doğru düşünmek, maddi dünyanın kendine içkin yasalara, ölçütlere uyum sağlamak, onunla mutabakat kurmak anlamına geliyordu. Böylece materyalist zihniyet, düşüncenin eksenini “aşkın bir âlemden” “yeryüzüne” indirmişti.
Antikçağ düşünce geleneği içerisinde İyonya düşüncesi ve Milet Okulu’ndan başlayarak modern maddeci geleneğe kadar uzun bir çizgi, kimi farklılıklara rağmen, bu materyalist zihniyet dünyasına yaslanan; doğayı, hayatı, bilgiyi madde üzerinden anlamlandıran ve dolayısıyla düşünceyi, maddi yasalar dünyasıyla çevreleyen bir karakter taşımaktaydı.

Kırılma Anı ve Hümanist Zihniyet

18. yüzyıl, bu iki zihniyet dünyası açısından bir kırılma anını oluşturdu. Bu dönemde idealist zihniyet dünyası zayıflayıp aşınmaya başlarken materyalist zihniyet dünyası 18. yüzyıldan 20. yüzyılın ilk yarısına uzanan evrede hızlı bir güç ve ivme kazandı. Ve aynı dönem, düşünce süreçlerinde yeni bir zihniyet dünyasının şekillenmesine, o günden bugüne hızını ve şiddetini durmaksızın artırarak fırtınalar estirmesine tanıklık etti. Bu yeni zihniyet dünyası, salt insan merkezli, hümanist bir zihniyet dünyasıydı.

Düşüncenin doğasını, seyrini ve ufkunu şekillendiren yeni eksen artık bizzat insandı. Hümanist zihniyete göre “önce olmasa bile finalde” insan vardı. Ve “sahneye en son, en ağır otoriteler çıkardı.” Finaldeki bu insan, onun aklı ve şahsi dünyası bir otorite olarak doğal ve toplumsal varoluşa yeni bir temel oluşturabilirdi. Doğayı ve toplumu kendi başına, salt kendi şahsi dünyasıyla yeniden inşa edebilirdi. Bunun için insanın üstünde herhangi bir “aşkın, yetkin ve mutlak akıl”a ihtiyacı yoktu. Doğada ve toplumda insanı önceleyen, aşan, ondan üstün bir irade ve otorite söz konusu değildi. Toplum, kültür ve hakikat insan aklının, insan hissiyatının ve insan heveslerinin bir yansıması, bir uzantısıydı. Ve o oranda da göreceliydi. Dolayısıyla toplum, kültür ve hakikat insan merkezli, insan odaklıydı.

Hümanist zihniyet için düşünce ve bilgi, insan aklının doğaya ve topluma ilişkin doğrudan kendi algılamaları ve kavrayışlarıydı. İnsan kendi aklı, iradesi ve istekleriyle maddeye, doğaya ve topluma yeni şekiller verebilirdi. İnsan aklının, insan ruhunun, öyle aşkın ya da içkin bir dünyayı kavramak gibi gereksiz ve meşakkatli işlerle uğraşmasına gerek yoktu. Doğrudan kendisinden hareketle bilgiyi ve düşünceyi kurabilirdi. Dolayısıyla hümanist zihniyet için düşünce, insan aklının, herhangi bir kısıtlayıcı ölçü, değer, ilke ya da norm olmaksızın salt kendi şahsi dünyasından hareketle hayata yönelmesiydi.

Hümanist zihniyet açısından, doğru bir toplumsal düzen, sağlıklı bir kültür evreni yararlı bir siyaset/yönetim geleneği ancak insanın kendi dünyasından, kendi çıkarlarından kendi önceliklerinden hareketle maddeyle ve çevresiyle ilişki kurmasıyla sağlanabilirdi. Sonuçta hümanist zihniyet içerisinde, insan düşüncesinin ufkunu, yörüngesini ve seyrini biçimlendiren insanüstü bir maddi dünya, insanüstü bir manevi hakikat evreni söz konusu değildi. Zira bütün bunlar, insan aklının evrenle ve toplumla sağlıklı bir ilişki kurabilmesi açısından üzerinden atlanması gereken birer önyargıydı. İnsan düşüncesi, insanüstü standartlarla, ölçütlerle ve insanüstü yapılarla çevrelenemezdi. Hümanist zihniyet açısından, doğru düşünmek, insanın kendi aklından, isteklerinden ve kendi çıkarlarından hareketle maddi dünyayla ilişki kurmasıydı. Hakikatin, doğrunun, iyinin ve güzelin ölçütü salt insandı. Toplumsal düzenin ve düzenlemelerin ölçütü de.

Buraya kadar her şey insanın yüceltilmesi açısından kusursuzdu. Ancak insan aklına, insanın istekler dünyasına rehberlik eden bir üst değerler evreninin, üst kimlik dünyasının yokluğu, günün sonunda insanı da “inşa edilebilir”, “değiştirilebilir”, “yeni şekiller verilebilir”, “üzerinde oynanabilir” sıradan bir varlığa dönüştürecekti. Herhangi bir üst standarttan/ilkeden bağımsız olarak duruma, koşullara, sistemsel ihtiyaç, hedef, öncelik ve planlara göre psikolojik, hatta biyolojik olarak yeniden inşa edilen, tasarlanan, formatlanan, “man made, system made, power made” bir varlığa evrilecekti; “All human beings, equal; but some human beings, more equal than others” kuralıyla. Bu, insanın, hayatın, ilişkilerin bütünüyle araçsallaşması,

basitleşmesi ve yapaylaşmasıydı. İnsanın piyasalaşması, bir piyasa varlığına dönüşmesiydi. Ya da düşünce sırtlarında açılan hümanist cephe üzerinden gönüllü/gözü pek bir “meçhul asker” hâlini almasıydı. Tıpkı Foucault’nun kumsala çizili insan resimlerinin dalga hareketleriyle silinip ardından yeniden çizilebilmesi gibi. Tıpkı insanların et yemekten vazgeçmemeleri durumunda, bir gen müdahalesiyle vejetaryen hâle getirilmesinin konuşulması gibi. Veya tersten, insanların et ihtiyaçlarının karşılanması için, yeni teknolojik imkânlarla yapay et imalatının başlatılması gibi. Tıpkı insanların cinsiyet olarak verili bir kimliklerinin olmadığını, kendilerinin bu konuda tercihte bulunabileceklerini savunmak gibi. Günün sonunda, özsüz, duruma ve isteğe göre yeni şekiller verilebilecek, saygınlığından uzaklaşmış bir varlık… Kendinden emin ve yüksek bir motivasyonla, düşüncenin otoritesi için atağa kalkan insanlık, o esnada gelişen bir kontra-atakla, standartsız/kontrolsüz “düşünce iktidarlarının,” “plastik bir ham maddesine” dönüşür.

İnsanın ve hayatın, “temel”siz bir şekilde yeniden üretilebildiği bir vasatta, artık hakikat de üretilebilir bir düzeye ulaşır. İnsan hayatını canlı bir şekilde kuşatan üst ölçüler ve standartların olmadığı, dahası siyasi/iktisadî/kültürel ve artık teknolojik güç yapılarının olduğu bir düzlemde, her “insan kabilesi” kendi düşünce hatlarının üzerinden kendi hakikatini inşa edebilir artık. Bu bir karşılamadır: Hakikat sonrası (post-truth) çağa hoş geldiniz! Ama aynı zamanda ağır bir sarmaldır: Hakikatin insan tarafından inşa edilebildiği bir evrede, insan da hakikat iktidarları tarafından inşa edilir kaçınılmaz olarak. Ve tersi!..
Bugün modern düşünce dünyası, kabaca bu üç zihniyet dünyasının hem kendi aralarında hem de kendi içlerinde tecrübe ettikleri bir rekabet etrafında şekilleniyor. İdealist zihniyetin bu düşünce rekabetinde insan saygınlığına daha fazla katkı sunabilmesi ve bu konuda yeniden öne çıkabilmesi adına, öncelikle otoriter yaklaşımlardan uzak durması, daha fazla sivil inisiyatifler alması, hayatın farklı alanlarına dair yeniden cazip bir modeller dünyası geliştirebilmesi, bu anlamda tepkisellikten çıkarak daha kurucu irade örnekleri sergilemesi önemli. Geçmişle övünmekten öte, bugünü kendi koşullarında yeniden inşa etme zamanı. Daha az heyecan ama daha fazla sağduyuyla!

*Bu makalede yer alan fikirler Şükrü Mutlu Karakoç’a aittir ve İFTAM’ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Şükrü Mutlu Karakoç ve Eserleri

Yüksek Lisans: İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Doktora: İstanbul Üniversitesi
Eserleri
Türkiye’de Siyasetin Dönüşümü: Kavramlar Kuramlar Teoriler

Paylaş