Sekülerizm, din (ve religion) kavramlarının irtibatı üzerine çok şey yazıldı ve söylendi. Teamül gereği sekülerizmi dünyevilik olarak anlarız ve dünyeviliği de dünyayı aşan bir referans noktasına müracaat etmeksizin her şeyi dünyaya içkin olana irca etmek olarak yorumlarız. Yine teamül itibarıyla seküler olanı dinî/kutsal olanın karşısına koyarız. Sosyolojik-tarihsel gönderimleri (Özellikle de on yedinci ve on sekizinci yüzyıl batı tarihi) itibarıyla bu kavramların karşıtlık veçhesi ön plana çıkar. Ancak felsefi bağlama taşındığında bu kavramların muhtevaları açısından birbirlerine muhtaç oldukları açığa çıkar. Bu yazıda, bu cihetten bir bağlantıyı yeniden düşünmeye çalışacağız. Neticede nihai bir yorum ortaya koyabilmek adınaysa bir üçüncü kavrama gerek duyacağız. Bu da religion/din kavramının, muhasebe cihetiyle gönderimde bulunduğu huzur kavramı olacaktır. Bu yazıda din kavramını, religion kavramını kuşatacak bir zemin içerisinde düşünmeyi önereceğiz. Bu doğrultuda teamül itibarıyla kullanılan seculer terimini yer-gök ayrımına dayanan religion’un yadsınması olarak değerlendireceğiz. Huzur terimi ise dünya-sonra/önce ayrımı üzerine teşekkül edecek ve muhasebe/tazmin kavramları esasında düşündüğümüz din terimi ile paralel olarak ele alınacaktır. Bu çerçevede huzur terimi asli gaye olarak tespit edilecek ve aynı zamanda seculer ve religion terimlerinin hem öncesinde hem ötesinde karşımıza çıkacaktır.

Sekülerizm, Dünya ve Yer

Sekülerizm, Latince “dönem, ömür, zaman periyodu” anlamına gelen saeculum’un aidiyet bildiren kalıbı halindeki saecularis (belirli bir döneme aidiyyet) kelimesinden türetilmiştir. Seculer kelimesinin kutsal ve kutsal olmayan karşıtlık itibarıyla aidiyet anlamı ortaçağ batı dünyasının teo-politik yapısından kaynaklanır. Bu dönemle seculer kelimesi, dinî düzene (kilise tahakkümüne) bağlı olmayan, onun dışında olana bağlı olan anlamında bir muhteva kazanır. Dolayısıyla seculer terimi, batı tarihinin teo-politik yapısı kaydı altında kilisenin dışında veya karşısında olana bağlılık anlamı kazanır. Seculer kavramı zamanla evrilerek batı toplumunda ve batı dışı toplumlarda farklı muhtevalar kazanmıştır. Ancak bu yazıda felsefi/kavramsal ciheti esas alacağımız için tarihsel-sosyolojik gönderimleri ihmal edeceğiz. Bunun yerine salt kavramsal bir örüntü üzerinden sekülerizmi daha asli bir zemin itibarıyla yeniden düşünmeye çalışacağız. Bu açıdan anahtar terim, dünya olacaktır.
Arapça kökleri itibarıyla dünya, “aşağı veya yakın” anlamına gelen denî sıfatının kıyas hâli olan ve “daha aşağı veya daha yakın” anlamına dönüşen adnâ’nın fu’le vezniyle basit ada dönüşmesiyle (rüya kelimesi gibi) ortaya çıkan bir kullanımdır. Dünya bu etimolojik gönderimi itibarıyla en yakın olanlardan müteşekkil alanı ifade eder. Sözgelimi çocuğun dünyası emziği, ebeveyni, oyuncakları, odası vs.’dir. Çocuğun yer’i, bu şeylere yakınlık ile temellenir. Bu açıdan dünya, bir şeylere yakınlık ile tesis edilen yer’in adı hâline gelir. Yakınlık buradaki anlamıyla bir tezâyüf bağını ifade eder: Çocuk vasıtasıyla şeyler varolur; şeyler vasıtasıyla çocuk bir vasat (ortam) haline gelir. Dolayısıyla en geniş anlamıyla dünya, bir şeylerin varolmasını kaim kılan vasatın adıdır. Bu açıdan dünyanın, yer(yüzü) ile bütünüyle eş gönderimli olduğunu esas alan bir düşünce kusurlu olacaktır. Ancak klasik sekülerizm, anlatısı yer’i dünya ile eşitleyerek şekillenir.[1]
Yer ve gök ayrımı; mitoloji, semavî dinler ve felsefe geleneklerinin dünya topografyası açısından esas teşkil eder. Bu ayrım itibarıyla yer’e ait olan ölümlü, limitli, eksik olanken gök’e ait olan ölümsüz, limitsiz, tam olarak kabul edilir ve yer’e mahsus olan değişimler, gök’ün daimî etkileri üzerinden düşünülür. Bu itibarla yer ve gök arasında tek taraflı asli bir bağ ortaya çıkar: gök, yer’i tahakküm suretiyle kendine daimî olarak bağlı kılar. Bu bağlam ile birlikte iptidai anlamıyla (tarihsel-sosyolojik muhtevadan arınmş haliyle) seculer teriminin zemini tebarüz eder. Seculer burada, yer’e mahsus olan anlamındadır henüz. Terimin tarihsel-sosyolojik muhtevası ise toplumların mitoloji, dinî ve felsefi gelenekler itibarıyla yer ve gök arasındaki bağın mahiyetine ilişkin ortaya koydukları malzemeyle belirlenir.
Gök, yer’deki değişimlerin kaynağı olarak görüldüğünden dolayı hayat ve ölüme ilişkin olan her şey (mevsimler, doğal afetler, hasat vs) ona tabi olarak belirlenmiş olur. Böylece yer, özsel olarak gök’ün mutlak tahakkümü altında ele alınır.[2] Bu suretle yer’in gök’e borçluluğu esasında mitsel ve dinî yaklaşımlar ortaya çıkar. Gök, geçmiş ve geleceğin sahibi olarak şimdiki-yer’ tahakküm eder. Dolayısıyla yer, geçmiş itibarıyla gök’e medyundur ve gelecek (selamet) zımnında ise bu borcun tazmini beklentisidir. Yer’in bu özsel eksikliği ve kusuru, yer’de olmanın bir asli günah olması, kurban suretiyle göklere yakın olma kültü, üretim fazlasının tanrıların hakkı olarak tapınaklara bahşedilmesi, doğal afetlerin vs insanın hatalarına irca edilmesi vs şeklindeki paganist, mitolojik veya teolojik tasarrufları beraberinde getirir. Bu bağlamı religio ve din kavramları üzerinden biraz daha açmamız mümkündür. Böylece yer ve dünya kavrayışımızla temellenecek teo-politik eğilimlerimiz de mübeyyin olacaktır.

Religion/Din ve Yer-Gök

Her ne kadar birbirlerinin çevirisi olarak kullanılsalar da din ve religion çok farklı bir yapıya gönderimde bulunur. Religion için Latince itibarıyla iki farklı kök düşünülür. Bunlardan ilki tekrar tekrar yapma anlamındaki re ön eki ve okuma anlamındaki legere’den müteşekkil “bi şeyi tekrar tekrar yapmak” anlamındaki relegere kelimesidir. Bu bağlam religion’u tekrar tekrar yapılan ibadetler üzerinden anlar. Bir diğer kök ise “bağlamak” anlamına gelen religare fiilidir. Bu kök üzerinden düşündüğümüzde ise religion, yer’e mahsus olanın gök’e bağlanış keyfiyetini ifade eder. Kelimenin diğer kök anlamını ifade edecek olursak da “tekrar tekrar yapılan ibadetler suretiyle yer’in gök’e bağlanış keyfiyeti” olarak religion’u anlayabiliriz. Sözgelimi yer’in göklere olan borcu, insan takatini aşacak düzeydeyse (mesela Hristiyanlık itibarıyla asli günah) ve bu açıdan insanlık durumu sürekli bir suçluluk içerisindeyse Tanrının İsa suretiyle dünyaya (insanın yakınına yani) gelmesi ve insanlık adına suçun bedelini ödemesi ve kefaretin (ve de selametin) ancak İsa’yı tanımakla [ve onun krallığına yer’de vekalet eden kilisiye bağlanmakla] mümkün oluşu bir religion’dur.[3]
Yer ve gök’ün birbirleriyle bağlanış keyfiyetini ön plana çıkaran religion’a nispetle din kavramı borçluluk (deyn) ilişkisini ön plana çıkarır. Din kelimesinin anlam sferi çok geniştir. Bu bağlamdaki etimolojik ve semantik tartışmaları burada detaylıca ele alamayacağız. Kuran-ı Kerim’deki kullanımları dikkate alarak hülasa bir anlamı ortaya koymakla yetineceğiz. Buna göre din: yokluktan varlığa geçiş (varolma-yaratma) vasıtası olarak insan-öznesinin, bir vasıta olarak varolma ile kaim oluşunun farkındalığıyla temellenen muhâsebe’dir[4]. Bu özselliğin lazımı olarak din’in, borçluluk anlamı tebarüz eder. Bu açıdan din, belirli hükümler ile kayıtlanma ve (borcun tazmini için) yükümlü hale gelme anlamını kazanır. Bunun uzantısı olarak suçlu olup ceza ile karşılaşma anlamını ortaya çıkar. Yine tüm hesapların görüleceği din günü ifadesi de bu anlamda kendini gösterir.
Din’in bu özsel muhasebeyle birlikte düşünülmesi, bağlama anlamını[5] kuşatan bir zemin ortaya koyar. Religion itibarıyla düşünülen yer-gök bağı, yerini yakın olan (dünya) ve sonrası (ahiret) ayrımına bırakır. Dünya’nın gönderimi bize yakın olan varolanladır. Dolayısıyla dünyaya mahsus olanlar (yani dünyeviyyât), bir vasıta olarak öznenin vasatında varolanlardır. Bunlara yönelik ilgi dünyeviliktir. Salt bu düzeyde kalmak (eğer mümkünse) dünyevi yaşamaktır. Ancak teşekkülü itibarıyla dünya, özne-vasatı itibarıyla varolma ile kaimdir. Dolayısıyla bize en yakın olan (yani dünya) tek taraflı olarak bize ait değildir. Şöyle denebilir; dünya bir vasat olarak vasıta-özne ile kaimdir, vasıta-özne bir vasıta olarak varolma ile kaimdir. Dünya, varolma ile kurulan bu dolaylı ilişki itibarıyla varolma’ya yönelik -kapanamazlık anlamında- açıklığın (yani dünyadan sonrasının-ahiret) ve dolayısıyla öznelliğin iftikar cihetini adıdır. Dolayısıyla gündelik muhtevasıyla dünyevilik, bu açıklığın daimi kapatılması teşebbüsü (yani sonraya ilişkin özsel farkındalığı bastırma çabası) olarak değerlendirilebilir. Bu kapatma teşebbüsü, dünyada olan nesnelere religion suretiyle bir bağlanma ile sağlanmaya çalışılır. Netice itibarıyla asli muhasebe dünya içine hasredilir. Ancak bu anlayış, dünyanın vasıta olarak öznede temellenen özsel açıklığı bakımından asli bir muhasebe için yetersizdir ve bizi huzursuzluktan kurtarmaz.
Bu bağlam itibarıyla muhasebenin tamamlanışına huzur diyeceğiz. Huzur terimi bu vecihle dünyanın anlamını, religion ve din’in asli gayesinin anlaşılmasını sağlayacaktır. Huzur terimi şu varsayımla temellenir: Dünyaya mahsus olan özsel olarak uhrevîdir (zamansal, mekansal, mantıksal sonra). Bu açıdan huzur, varolma ile kaimiyyetin olumlanışıdır. Bu bağıntı itibarıyla özsel açıklıktır. Özsel açıklık, dünya ve sonra fikirlerinin birbirlerinden ayırt edilemez halde oluşunu ifade eder.
Hülasa olarak şunu ifade edebiliriz: Bir vasıta olarak insan-öznenin özsel açıklığı, yer-gök ayrımı ve onun üzerine rab-merbub ilişkisi esasında bina edilecek bir religion’u önceleyecek bir zemini ayırt etmemize olanak sağlar. Buradaki temem nokta şudur: dünyanın içinde gömülü olarak sonra (ahiret) vardır. Bu açıdan yer’de bulunma, nasıl bir gök tasavvur ediliyor olursa olsun, bir muhasebe ve tazmin (yani yakın olan şeyleri uzak olanların içine koyma) faaliyetidir. Yer-Gök ayrımı esasında teşekkül eden religion ise politikanın esasını oluşturur. Bu açıdan baktığımızda günümüzde seculer olma olarak kullandığımız tabir, esas itibarıyla belirli bir politikayı (mesela “kilise politika”sını yahut “Eşari politikasını”) takip etmemek demektedir. Bu açıdan religion’suzluk olarak görülebilir, ancak dinsizlik denemez. Zira dinin esası muhasebe ve tazmin olduğundan dolayı dinsizlik bu ikisinin yokluğunda ancak bulunabilir. Tam ve hakiki din anlayışının bu zemin üzerine inşa edilebileceği kanaatindeyiz. Bu açıdan huzur kavramının kuşatıcılığını ve ehemmiyetini düşünmeye davet ediyoruz.

Huzur

Huzur, “gelmek, [şimdi ve burada] bulunma, durma” anlamlarına gelen h-d-r fiilinin fu’ûl vezninden mastar halidir. Kök anlamının çağrışımsal taraflarını da dikkate alacak olursak huzur, “şimdi, buraya gelmek” anlamına tevcih edilebilir. Bu veçheyle “gelmek” ve “mevcudiyet” birlik yönü kazanmış olur; geleceğin, vasıtasız buluş hali alması olarak. Bu itibarla yüz yüze gelmek, yerleşmek, karar kılmak anlamlarıyla temaslıdır. Yerleşmek ve karar kılmak anlamı itibarıyla da emniyet, asayiş anlamlarını; yüz yüze gelmek, karşılaşmak anlamıyla da bunun bir geçiş sonucu olduğu anlamını çağrıştırır.
Aynı kökten türemiş “hazır” kelimesini şimdi-buraya gelmek anlamında kullanıyoruz. Sıkça ama daraltılmış bir anlamıyla kullanılan diğer kelime ise “hazret”tir. “Hazret” de “hazır” kelimesinde olduğu gibi vasıtasız bulunuş (huzurî farkındalık) anlamıyla ön plandadır. Bu açıdan varlığın vasıtasız farkındalığıdır. Varlığa uluhiyet çağrışımlı bir nazarın nezdinde ise en yüksek yakınlık anlamına gelir: “İki yayın tam çakışmasıyla meydana gelen yakınlık veya daha fazlası ” gibi.
Huzur kelimenin gündelik kullanımına geldiğimizde bilgisizlik, unutkanlık, belki de dikkatsizlik içinde bu veçheleri ihmal ederiz. Aksi durumda kullanımdaki cömertliğimizi izah edemeyiz. Buradaki temel nokta bir hâlin mi yoksa istikrar yakalamış bir hâlin (makamın belki) mi huzur olarak görüleceğidir. Bunun cevabı için adım adım ilerlememiz gerekir.
Hâllerin tahavvülü tekrar eden şimdileri ifade eder. Tahavvülât, muhtevaları cihetiyle ayırt edilebilen hâllerin tekrarıdır. Hâllerde istikrar ve yerleşmek anlamı yoktur. Bu anlam tahavvülâtın kendisinde vardır. Bu açıdan istikrar ancak hâllerin muhtevasına kayıtsızlık ile olanaklıdır. Dolayısıyla istikrar –bir- hâlin kendisiyle değil, tahavvülât ile kaimdir.
Hâl ve şimdi ile kast edilenin ne olduğuna odaklanabilirsek huzur’un “gelme” anlamına temas etmemiz olanaklı olacaktır. Şimdi lafzı, geçmiş ve geleceğin vasıtası olarak düşünülen ideal bir sınırı ifade eder. Bu açıdan sadece geçmiş ve geleceğin sürekliliğini ifade eden bir milattır sadece. Felsefede şimdi ile ilgili birçok ilginç yaklaşım vardır şüphesiz. Bunların ortak noktası ise daha ilginçtir: Şimdi, gelecek olduğu kadar geçmiştir ve geçmiş olduğu kadar da gelecektir. Dolayısıyla tahavvülât, geçmişten geleceğe olduğu kadar gelecekten geçmişe bir akıştır.
Buraya kadarki kısımları dikkate alacak olursak şunu ifade edebiliriz: Gündelik dilde kullandığımız huzur lafzı, geçmiş ve geleceğin birbirlerine borçlu olmayacak bir şekilde tam insaf durumunda bulunmasıdır. Bir başka ifadeyle aralarındaki tersine çevrilmezlik durumunun askıya alınmış olmasıdır. Yani terazi kefelerinin denkliğidir huzur. Bu açıdan Tanpınar’ın Huzur adlı romanı yeniden düşünmeye değerdir. Burada huzura mahsus olan taraf, ana karakterin geçmiş ile geleceği denkleştirme çabasıdır. Zira geçmiş lehine olanın gelecek karşısında ağırlık kazanması (mesela pişmanlık suretiyle) yahut gelecekte olanın geçmiş karşısında ağırlık kazanması (mesela korku suretiyle) huzursuzluğun asli kaynağıdır.
Şimdi’nin bir sınır durum olmasının diğer bir sonucu, onun hiç yakalanamıyor olmasıdır. Geçmişle birlikte gelecekte olmasıdır. “Şimdi geldi” ve “şimdi gelecek” ifadelerinde olduğu üzere çifte yansıma olmasıdır. Bir o kadar da geçmiş ve gelecek lehine yapılacak bir toplamadan istisna edilen olmasıdır. Şimdi gelecek olanın, şimdi gelenlere devri istisna edilendir; hem dilden ve hem toplam (mecmua)’dan. Huzurun esası üzerine bina edildiği zemin böylece müstesna kılınır. Müstesna olan hazrettir. Zira diğer açıdan iki tarafın vasıtasız birliğidir [yani sonsuz yakınlığıdır].
İstisnai olanın örtülüşü iki suretle mümkündür. İlki geçmişin üstünü örtmektir. Zira bu şekilde yalnız gelecek üzerinden sahte bir birlik ikame edilebilir. Mesela bir keyif nesnesi üzerinden hazza angaje olmak gibi. Yahut aynı şekilde geleceğin örtülüşü ve bu suretle birliğin ikame edilmesi. Mesela sarhoşluk hâli gibi. İki durumda da birlik sunmak itibarıyla huzuru taklit eder. Ancak diğer tarafı olumlama ve denkleştirme suretiyle değil, yansıma suretiyle bunu yapar. Bu açından hakiki birlik vermez, yalnızca sahtesini üretir. Zira bir istisna faaliyeti (teferrüd) değil, yalnızca çıkarma ve toplama faaliyetidir (tecemmu).
Huzur tecemmu ve teferrüdün bir aradalığıdır. Tecemmu, hâlleri aynıyla tekrar çabasıdır. Teferrüd ise istisna suretiyle tahavvülâta geçiştir. Aynılaştırılamayan hâlin beraberinde getirdiği hazrettir. Bu hazretten itibaren teferrüd ve tecemmu müsabakaya başlar ve sonlanır.
Netice itibarıyla huzur; şimdiye gelmedir, şimdide geçmiş ve geleceği toplaştırmadır [tecemmu], iki tarafı denkleştirme ve muhasebedir; bu suretle istisna kılmadır [tefferüd] ve müstesna olanın eşiğine yerleşmedir.

Sonuç yerine,

Religion, yer’i gök’e bağlama keyfiyeti olarak insanlık idesini esas alır. Bu bağıntı içinde yer, bir zemin olarak öncel olarak gök’e bağlıdır; ancak insanlık, iradi yönü nedeniyle bu bağlılığı sürekli teyit edecek faaliyete ihtiyaç duyar. Dolayısıyla bu birliği tesis edecek politik bir vaadi temsil eder. Bu vaadin göz ardı edilmesi ise sekülerizm olarak adlandırır. Ancak kanaatimizce, politik alandaki eylemler bir vaad ve dolayısıyla bir religion olmaksızın imkansızdır. Bu açıdan seculer, bir religion kararsızlığı yahut dikkatsizliği olarak kabul edilmelidir.
Dünyanın esası ise yakınlığı ve uzaklığı/sonralığı açmasıdır. Bu doğrultuda din ise ikisi arasındaki muhasebeyi ve tazmini ifade eder. Bu muhasebe ve tazmin arayışının gayesi ise huzurdur. Huzur ise tecemmu ve teferrüdün bir aradalığıdır. Bu veçheyle müstesna olanın eşiğinde hakiki bir yer edinmedir.

*Bu makalede yer alan fikirler Enes Kavak’a aittir ve İFTAM’ın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

[1] Temel nokta şudur: Yer ve gök ayrımı, tek taraflı bir tahakküm ilişkisi kurarken dünyanın bir vasat olarak teşekkülünde varolma vasıtasının bir taraftan esas oluşunun üstü örtülür. Dolayısıyla yer bir nesne, gök ise bir özne halini alır.
[2] Bu yapı itibarıyla düşünülen rab (gök) ve merbub (yer) ilişkisini asli zemin olarak kabul edecek olursak, modern dönemde gök’ün de yer’e mahsus olanla aynı yapıda olduğunun varsayılması ve böylece yeni bir kozmoloji anlayışına kapı açılması; nihayeten dünyayı ben’in temsiline indirgeyen bir felsefi yaklaşımının bu ilişkiyi tersine çevirip yer’i rab olarak anlamasına şaşırmamamız gerekir.
[3] Mesele selameti bir ayetullaha yahut halifeye bağlanmak suretiyle aramak da buradaki bağlam itibarıyla bir religion olarak düşünülebilir. Yine evrensel değerler esasında teşekkül ettiğini iddia eden modern bir devletin vatandaşı olmak da bir religion olarak düşünülebilir.
[4] Burada ortaya koyduğumuz tanım şu temele dayanmaktadır: Özne olmanın esası, mutlak yokluktan mutlak varlığa geçişin vasıtası olma yahut yokluk ve varlık arasında sınır olmadır. Bu açıdan bir vasıta olarak özne varolma ile kaim kılınır. Bu bağlamı detaylı olarak burada ele alamayacağız. İlave olarak şunu da eklemek lazım, müfâa’le kalıbı itibarıyla muhâsebe mastarı, tek taraflı bir hesaptan ziyade iki taraflı hesap yapmayı (hesaplaşmayı) ifade eder.
[5] Sözgelimi, “İbrahim’in dini” karşılığı olarak “İbrahim’in religion”u kullanmak yanlış bir ifade olur. Zira dinî kaynaklar itibarıyla ortaya çıkan tablo gereği İbrahim’in religion’u terk edip daha asli bir yol arayışında olduğu kolayca fark edilebilir.

Paylaş