Nedendir bilmem, anlamlandırmakta zorlandığım bir olayla karşılaştığımda, ne oldu da bu hale geldik sorusu aklıma geldiğinde hep sarı öküzün hikayesi gelir aklıma. Belki de hikayelerin konuların anlaşılmasında oynadıkları ufuk açıcı rollerden, olayları derinlemesine düşünülmemize anlamamıza yardımcı olmalarından dolayıdır. Bu bağlamda, aile yapısındaki değişimin toplumun geleceği üzerine etkilerini incelemeye yönelik bu çabamızda “Sarı öküzün hikayesi” değerli bir çerçeve sunacaktır diye düşünüyorum.

Sarı Öküzün hikayesi

Yemyeşil lezzetli otlarla bezeli, bol suyu, serin havası olan bir yaylanın birinde bir öküz sürüsü yaşarmış. Tek dertleri kendilerini sık sık rahatsız eden çevredeki aslan sürüsü imiş. Aslanlar uçsuz bucaksız ormanlarda avlanmak yerine, zahmetsiz karnımızı doyururuz düşüncesiyle bu öküz sürüsüne saldırırlarmış. Öküzlerde her saldırı anında bir araya gelir çember oluşturur, aralarındaki zayıf öküzleri de çemberin içerisinde korumaya alırlar aslanların da yapacak bir şeyi kalmazmış. Aslanlar bakmışlar ki bu şekilde sürüyü dağıtıp öküzlerle beslenmeyi başaramayacaklar, kendilerini amaçlarına ulaştıracak yeni bir çare düşünmüşler. Aslan sürüsünün lideri, sürü içerisinde hitabeti, siyaseti ve zekâsıyla nam salmış olan sarı yeleli aslanı, öküz sürüsüyle saldırmazlık anlaşması yapmak üzere göndermiş.

Sarı yeleli aslan eline beyaz bayrak alarak öküz sürüsüne yaklaşmış ve öküzlerin lideri Boz öküze ve yanındakilere övgüler düzerek konuşmaya başlamış: “Cesareti ve zekasıyla her zaman takdir ettiğimiz öküz sürüsünün saygıdeğer lideri ve yiğit arkadaşları. Buraya sizden bugüne kadar sergilediğimiz saldırgan tavrımız için özür dilemeye ve artık sizinle barış içerisinde yaşayabilmek için saldırmazlık anlaşması teklif etmeye geldim. Öküzler bu teklife çok memnun olurlar. Sarı yeleli aslan fırsatı kaçırmadan hemen söze tekrar girer ve “yalnız liderimizin sizden bir ricası var” der. Bizim aslında öküz sürüsüyle çok ortak noktamız var ve sizinle de bir sorunumuz yok. Bütün sorun Sarı Öküzde. Onun rengi sizinkilerden farklı, bizim gözümüzü kamaştırıyor ve bizi de elimizde olmadan saldırganlaştırıyor. Sarı öküz zaten yaşlı ve hasta verin onu bize, siz de kurtulun, bizlerde bundan böyle barış içinde yaşayalım.

Boz Öküz ve arkadaşları bunun üzerine aralarında “nasıl olsa sarı öküz yaşlı, zaten ölecek” diye konuşmuşlar ve teklifi mantıklı bularak, Sarı Öküz”ü aslana teslim etmişler. Bir tek Kara Öküz itiraz etmiş, konunun bu kadar basit olmadığını etraflıca düşülmesi gerektiğini söylemiş ama kimseyi ikna edememiş.

Beklenen barış gerçekleşmiş ve fakat çok kısa sürmüş. Aslanlar bir süre sonra beyaz bayrakla tekrar gelip, benzer bir gerekçe ile kırık boynuzlu öküzü istemişler. Öküz sürüsü yine etraflıca düşünmeden hızlı bir kararla kırız boynuzlu öküzü de teslim etmişler. Fakat aslanların bahaneleri de teklifler de devam etmiş. Zamanla öküz sürüsü zayıflarken, aslanlar küstahlaştıkça küstahlaşmışlar, sonunda bahane dahi ileri sürmeden, doğrudan “şu öküzü teslim edin yoksa karışmayız” demeye başlamışlar.

Henüz aslanların pençesinde can vermemiş birkaç öküzden biri, öküz sürüsünün lideri Boz Öküze “Ne oldu bize, vaktiyle çok güçlüydük nasıl oldu da kaybettik biz bu savaşı? nerede yanlış yaptık?” diye sormuş. Boz Öküz, Kara Öküz’le göz göze gelmiş ve ümitsiz bir şekilde “Biz bu savaşı Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün kaybettik” demiş.

Tefekküre olan ihtiyaç

Bugün tefekküre her zamankinden daha çok ihtiyacımız var: Gerek fert ve gerekse de toplum olarak tefekkürü bırakalı çok zaman oldu. Daha da vahimi, son yıllarda tefekküre ihtiyaç duyulan konu sayısı her zamankinden çok daha hızlı arttı ve bu artış hızı da artmaya devam ediyor. Sorunların başlangıcını, batı medeniyetinin sorularına karşı kendi medeniyetimiz çerçevesinde tefekkürün terk edildiği, değişime cevap verilemediği modernleşmenin başlangıcı olarak alabiliriz.

Bu kadar gerilere gitmeden tefekküre acil ihtiyaç duyulan güncel konular üzerine odaklandığımızda, üstesinden gelmemiz gereken problemlerin göz ardı edilemeyecek kadar çok sayıda olduğunu görüyoruz. İnsanların davranış tarzları, düşünce yapıları, refah düzeyleri, aile yapısı, komşuluk ilişkileri, mahalle kültürü, yardımlaşma, cemaat-cemiyet yapıları, millet olma şuuru, psikolojik problemlerin sayısında artış, artan teşhircilik hastalığı, suç oranlarında artış gibi milyonlarca değişiklikten bir kısmını sayabiliriz.

 

Değişmeyen tek şey değişimdir (Heraklitos)

Hayata ilişkin en çarpıcı iki özellikten birincisi ölüm ise ikincisi değişimdir. Geriye doğru dikkatlice baktığımızda, çok şeyin değiştiğini ve çok şeyinde değişmeye devam ettiğine şahit oluyoruz. Değişimin özü itibariyle kötü veya iyi olduğuna hükmedilemez. Değişime ilişkin kararlarımızı değişimin sonuçlarına ilişkin değer yargılarımıza göre belirleriz. Değişimin arka planında çok sayıda dinamik olmakla birlikte, günümüzde yaşanan değişimlerin arka planında yer alan en önemli dinamiklerden üç tanesinin ön plana çıktığı görülmektedir. Birincisi bireylerin ve toplumun refah düzeyindeki hızlı değişmeler, ikincisi kırsaldan şehirlere yönelen hızlı göç ve son olarak iletişim teknolojilerindeki gelişmeler. Bilhassa iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, önce kitlesel iletişim araçları vasıtasıyla yüz yüze iletişimi azaltmış ve günümüzde de yeni medya araçlarıyla (sosyal ağlar, telefon, bilgisayar vs) iletişimin yaygınlaşması, insanlar arası yüz yüze iletişimi yok etme noktasına getirmiştir.

 

Nerede hata yaptık?

Tefekkürü bırakmakla yanlış yaptık. Hayatın hızı ve hazzı içerisinde bilinçdışı verilerle kararlar vermeye başladık. İşte tam olarak burada yanlış yaptık. Ve etrafımızda olan bitenleri, verileri tefekkür etmedik. Tefekküre ihtiyaç duyulan bu olaylar ve verilere birkaç örnek olarak: Yaklaşık olarak işsizlik oranının %10 olduğu ve yaklaşık 4 milyon işsizin olduğu bir ekonomide, istihdam politikaların odak noktası olarak kadınların işgücüne katılım oranlarını arttırmak ne kadar anlamlıdır? ne gibi olumlu ve/veya olumsuz sonuçlara yol açar? Gelir dağılımını düzeltmeye yönelik politikalar yerine, ailenin gelirini kadınları da işgücüne dahil ederek çözme gayreti, zorunlu eğitim yaşının düşürülürken aynı zamanda zorunlu eğitim süresinin yükseltilmesinin getirisi nedir? Annelerin işe giderken yarı uykulu çocuklarını bıraktıkları yerleri ana okulu olarak adlandırmak ne kadar mantıklıdır? Yüksek öğretimin yaygınlaştırılması, mesleki eğitimin geliştirilmemesi, suç-ceza arasındaki dengelerdeki değişiklikler, cezaların aflarla caydırıcılığının azaltılması, kültürel dokuya uygun olmayan kanuni düzenlemeler, kadın şikayetleri, kadın cinayetleri, cinsiyet eşitliği vs.

 

Ne yapmalıyız?

Düşünme insanın ayırt edici özelliğidir. İnsanlar düşünen varlıklarsa, o zaman günümüzde karşılaştığımız önemli sosyal problem olan aile yapısındaki çözülme ve bu değişimin yıkıcı sonuçları ortaya çıkmadan önce insanların bunu öngörmeleri neden mümkün olamamıştır? Cevabımız “tefekkür edenler bu problemleri öngörebilir ve öngörmüşlerdi de. Problem bizlerin, büyük çoğunluğun yaptıklarını ve ettiklerini bilinçli tefekkürlerinin değil, alışkanlıklarının, duygularının, hislerinin, aruzlarının, bilinçsiz davranışlarının yönlendiriyor olmasındadır.

Çözüm tefekkür ve tefekküre bağlı davranış sergilemek olduğuna göre, aileye ilişkin tefekkürü nasıl yapabiliriz? İlk olarak, tefekküre, insanların düşünme faaliyetini gerçekleştirdiği beynin çalışma mekanizmasını öğrenerek başlamalıyız. Daha sonra tefekküre en yakınımızdan, bildiğimiz gördüğümüz kendi ailemizden başlayabiliriz. Üçüncü aşamada, ne oldu da bu hale geldik sorusunu cevaplandırarak şu anı anlamaya çabalarız. Daha sonra tefekkürü derinleştirip, olan bitenin nedenlerini, nelerin ve kimlerin bu olayda etkili olduğunu ortaya koymalıyız. Buradan yola çıkarak, çözüm için neler yapılmalı, problemler çıkmadan ne gibi önlemler alınmalı sorularını cevaplandırabiliriz. Bütün bunları yaparken, bildiğimizi düşündüğümüz kavramları da tekrar ele alıp kavramları tefekkür etmeliyiz. Şimdi yukarıdaki sıralamaya uygun olarak açıklamalarımızı geliştirelim.

  1. Düşünce ve davranışlarımızı nasıl belirleriz?

İçinde yaşadığımız hayat, iyisiyle ve kötüsüyle, insanların yapıp ettiklerinin bir toplamıdır. Hayvanların davranışlarını içgüdüleri belirlerken, düşünen bir varlık olan insanın davranışlarını, düşünme süreci sonucunda ulaştığı kararları toplamı belirler. Buradan hareketle, insana ilişkin herhangi bir şeyi açıklığa kavuşturabilmek için bizim öncelikli olarak insanın düşünce süreçlerini, bu düşüncelerin nasıl davranışlara dönüştürüldüğünü açıklığa kavuşturmamız gerekmektedir.

İnsan davranışlarının arka planında birisi hızlı diğeri yavaş çalışan ve fakat birlikte çalışan iki farklı düşünsel süreç vardır. Bu süreçlerden birincisi Sistem I ve ikincisi de Sistem II olarak adlandırılırlar. Somut bir benzetme yapacak olursak, insan beynini mekanik bir saate benzetebiliriz. Saatteki akrep, Sistem II ve saniye kolu Sistem I’e karşılık gelir, aralarında bir iş bölümü vardır ve ikisi birlikte bir bütünü oluşturur, zamanı gösterirler. Sistem I, otonom, hızlı, bilinç dışı ve fakat güçlü duygusal bağlar içeren bir düşünme sürecidir. Bu düşünce türü, insanda yer etmiş alışkanlıklara, öğrenilmiş davranışlara, depo edilmiş bilgilere, geçmiş tecrübelere dayalıdır ve değiştirilmesi, kandırılması çok zordur. Sistem I’in faaliyetlerine, okuma anlama becerileri, öğrenilmiş satranç hamleleri, araba ve bisiklet kullanımı, kapıyı açma, öğrenilmiş bir dil veya kültür hakkında hafızadaki bilgiler yardımıyla cevap verme gibi örnekler verilebilir. Sistem I’in en önemli özelliği, hızlı çalışması, çaba sarf etmeden bilinçsizde işlemesidir. Sistem II ise, rasyonel sistemdir ve bilinçli, planlı, çaba gerektiren, mantıklı düşünce sürecidir. Bu, doğal olarak otomatik olarak çalışmayan ve bir tür sürekli çaba gerektiren çıkarımsal bir düşünme akıl yürütme sürecidir. Aile kavramını tanımlama ve derinlemesine analiz ve sentez etmek gibi. Sistem 2 aynı zamanda kişilerin davranışını sürekli izler ve yapılmak üzere olan bir hata algıladığında harekete geçer. Bu anlamda, Sistem 2 iradeden sorumludur diyebiliriz. Kısaca belirtmek gerekirse, insan davranışları, yapıp ettiklerimizin tamamı beynin yukarıda özellikleri verilen bu iki sistemin (Sistem I ve Sistem II) birlikte çalışmasının bir ürünüdür diyebiliriz.

Peki bahsedilen bu iki mekanizma arasındaki iş bölümü nasıl işler? Uyanık olduğumuzda her iki Sistemde aktiftir. Fakat Sistem 1 otomatik olarak çalışıp, izlenimler, sezgiler, niyetler ve duygulara ilişkin öneriler üretirken, Sistem 2 düşük modda tabiri caizse rölantide çalışır ve Sistem I’in önerilerini çok az değişiklikle veya hiç değişiklik yapmadan onaylar. Sistem I’in önerileri onay aldığında, izlenimler ve sezgiler inançlara ve dürtüler gönüllü eylemlere dönüşür. Sistem II’yi düşünce sürecine aktif olarak dahil edecek özel bir çaba harcanmaz, bir sürprizle karşılaşılmaz ise, düşünme süreci Sistem I’e uygun olarak işler ve bizler de izlenimlerimize inanır ve arzularınıza göre hareket ederiz. Diğer bir deyişle, düşündüğümüz ve yaptığınız şeylerin çoğu Sistem 1’den kaynaklanır, Sistem 2 ancak işler zorlaştığında devreye girer ve son sözü söyler.

Sistem I nasıl hızlı karar alabiliyor?

Günlük yaşantımızda bir olaylar karşılaştığımızda, bir iş yapma durumunda, bir konuda karar verme durumunda kaldığımızda çok hızlı bir şekilde anında otomatik bir şekilde karar veriyor ve bu karara uygun davranış sergileyebiliyoruz. Otomatik, hızlı, bilinçdışı bu tür düşünce süreçlerinin Sitem I tarafından gerçekleştirildiğini artık biliyoruz. Fakat nasıl oluyor da Sistem I bu kadar hızlı karar oluşturabiliyor? Bilişsel bilim alanında yapılan deneyler, Sistem I’in hızlı karar almada kısa yollar kullandığını göstermiştir. Bu kısa yollardan bazıları, temsil edilebilirlik kısa yolu, ulaşılabilirlik kısa yolu ve çıpalama kısa yolu olarak adlandırılmaktadır. Daha açık bir ifadeyle bu süreci şu şekilde açıklayabiliriz.

Duyduklarımız, gördüklerimiz, yaşadığımız tecrübeler, bilinçli veya bilinçsiz edindiğimiz bilgiler, hissettiğimiz duygular, kısacası bu günümüze kadarki yaşantımızın her anı, beynimizde depolanır. Beynin bu depolama sistemi bilgisayarların sabit diskleri gibidir. İşte Sistem I herhangi bir durum karşısında düşünce üretirken bu verileri kullanır. Örneğin, bir sokağın köşesini döndüğünüz anda bir köpeğin hızla üzerinize geldiğini görürseniz ne yaparsınız? Bu ani gelişen olay karşısında ani tepki vermemiz gerekir. Mantık kurallarına uygun akıl yürütme, derinlemesine olayı düşündükten sonra karar verecek olursak sonucu büyük ihtimalle köpek tarafından ısırılmak olacaktır. İşte tam bu noktada Sistem I devreye girer ve köpeği gördüğümüz anda kısa yolları kullanarak ne yapmamız gerektiğine ilişkin öneride bulunur ve anında davranış oluştururuz. Örneğimize devam edecek olursak, Sistem I “temsil edilebilirlik kısa yolunu” kullanacak ve beynimiz otomatik olarak bu olaya yaklaşık olarak benzeyen geçmiş olayları, tecrübeleri, temsilleri ve resimleri kullanarak yargıda bulunacaktır. Benzer bir durumda daha önce köpekten kaçıp kurtulmuşsak beynimiz bu tecrübeyi hafızadan bulup çıkartacak ve bizde hemen olay yerinden kaçacağız. Fakat akıldaki bu geçmiş tecrübenin yeni durumla yeni olayla benzerlikleri tam olmadığından çoğu zaman temsil edilebilirlik kısa yolu yanlış çıkarımlara yol açabilecektir.

Sistem I hızlı karar verirken kullandığı ikinci kısa yol ulaşılabilirlik kısayolu olarak bilinir. Ulaşılabilirlik kısa yoluna göre beyin karar oluştururken, kolayca ulaşabildiği, kolayca hatırlanabilen, daha çok dikkat çekici, daha çarpıcı, birbiri ile ilişkili olay ve durumları çözüm olarak sunacaktır. Örneğimizden devam edersek, insanlar, köpekle ilişki en yakın tarihte, en etkileyici şekilde yaşadıkları tecrübeyi kararlarında daha yüksek olasılıkla kullanma eğilimdedirler.

Sistem I hızlı karar verirken kullandığı üçüncü kısa yol çıpalama kısa yoludur. Çıpalama yöntemine göre beyin değerlendirmelerini bir referans noktasından başlayarak yaparlar. Karar sürecine başlarken Sistem I ilk önce yaklaşık olarak bir başlangıç değeri belirlerler, daha sonra gelen yeni bilgilerle bu referans noktasında uyarlamalar yaparlar. Sonradan yapılan uyarlamalar genellikle yetersiz kalacağından, yargı oluşturma sürecinde bireyler ilk çıpa değerine büyük ağırlık verirler. Örneğimizde, şayet köpeği gören şahıs referans noktası olarak köpeklerin zararsız olduğunu alırsa, köpek havlıyor dahi olsa Sistem I’in ulaşacağı karar ilk düşüncesine benzer olacaktır.

Kısaca belirtmek gerekirse, kısa yollar beynin olaylar karşısında çok hızlı bir şekilde verileri işleyip davranış oluşturmamıza yardımcı olur. Fakat kısa yollar yardımıyla ulaşılan kararların ve yargıların doğruluğu, kısa yolların gerçek olaylarla hangi oranda örtüştüğü ile orantılıdır. Gerçek hayatta bu oranın maalesef çok yüksek olduğu söylenemez. Haliyle, insanların kararlarının nerede ise %98’ini oluşturan Sistem I ile aldıkları kararlar ve bunlara bağlı davranışlar akılcılıktan, rasyonellikten ve doğruluktan çok uzaktır. Bütün bunlara ek olarak, Sistem I’in karar sürecini etkileyen insanın tabiatından kaynaklanan yanılgılar vardır. Bu yanılgılar; (1) Aşırı güven yanılgısı: bireylerin başkalarına göre olumsuz olaylarla karşılaşma risklerinin daha düşük olduğuna inanırlar; (2) Geri Bakış Yanılgısı :“Ben dememiş miydim”, “böyle olacağını biliyordum” yanılgısı. İnsanlar bir olayın sonucu hakkında bilgi sahibi olduklarında, artık bu konuda bu bilgiden bağımsız bir değerlendirme yapamazlar. Bu durum insanların geçmişi hatırlamak yerine, geçmişi geçmiş hakkında bilgi sahibi olduktan sonra yeniden tahmin etme eğilimde oldukları anlamına gelmektedir; (3) Çerçeveleme etkisi: Seçeneklerin, konuların sunuluş biçimleri bireylerin tercihlerini düşüncelerini önemli ölçüde etkiler. Aynı olayın sunumunda kullanılan çerçevenin değiştirilmesinin sonucu etkiliyor olması, insan davranışlarında rasyonellikten uzaklaşmada bu etkinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir; (4) Sahiplik etkisi: Bireyler sahip oldukları varlıklara olması gerekenden, normalden daha fazla değer atfederler; (5) Statüko eğilimi: İnsanlar mevcut pozisyonlarını koruma eğilimindedirler.

Bütün bu anlatılanları özetleyecek olursak, yaşadıklarımız, yapıp ettiklerimiz, her gün aldığımız binlerce kararın toplamı, düşüncelerimizin ürünüdür. Beynin düşünce süreçlerini incelediğimizde, günlük olarak aldığımız kararların yaklaşık olarak %98’inde Sistem I’in etkin olduğu görülmektedir. Yukarıda örnekleriyle açıklandığı üzere Sistem I otomatik olarak çalışmakta ve çok hızlı kararlar oluşturulmasını sağlamaktadır. Fakat Sistem I’in kısa yollar kullandığı için sezgisel düşence hatalarına ve yanılgılardan etkilenmesi dolayısıyla önyargılardan kaynaklanan hatalara düşmesinin önlenmesinin her zaman mümkün olamadığı anlaşılmaktadır. Sistem I’in düşünce süreçlerindeki bu eksiklikleri yalnızca Sistem II’nin gelişmiş izleme ve çaba gerektiren faaliyeti ile önlenebilir. Bununla birlikte, hayatınızın her anında her kararında Sistem II’yi kullanmak pratik olmadığı gibi kendi düşüncemizi sürekli sorgulamak imkansızdır.

İşte tefekküre tam da bu sebepten dolayı ihtiyaç duyarız. Tefekkür aslında Sistem II’nin kavramların tekrar irdelenmesinde, hataların muhtemel olduğu durumların tanımlanmasında, önemli hatalardan kaçınılmasında ve değişimin sonuçlarının öngörülmesi, değerlendirilmesi ve olası olumsuz sonuçların önlenmesinde kullanılmasıdır. Kavramlarımızı, karşılaştığımız olayları, hadiselerin gidişatını, etrafımızda olan bitenleri akıl süzgecinden geçirdiğimizde, diğer bir deyişle Sistem I’in veri kümesini doğru kavramlarla, bilgilerle, deneyimlerle, duygularla düzenlediğimizde, Sistem I’e ilişkin kaygılarımız ve haliyle tefekküre ihtiyaç duyulan konu sayısı da azalacaktır. Zira Sistem I’e ilişkin kaygılarımız aslında Sistem I’in karar sürecinde kullandığı girdilere ilişkindir. Aklın süzgecinden geçirilmemiş bilgiler, eğitilmemiş nefsi duygular ve edeple donatılamamış davranışlar sistem I’in girdilerini oluşturduğu durumlarda, düşünce sürecinin ürünleri geçeklikten uzaklaşacaktır.

  1. Aileyi düşünelim

Aile, anne baba ve çocuklardan oluşan, toplumun en küçük birimidir. Çocukların olmadığı veya annenin veya babanın olmadığı ya da dedelerin, anneannenin ve babaannenin olduğu birimler de aile olarak adlandırılabilir mi? Tabii ki evet. Hatta her birimiz toplumsal yapının temel birimi olan aile kurumundaki çok hızlı değişime şahit olduk ve olmaya devam ediyoruz.  Büyük ve geniş ailelerin yerini çekirdek aileler aldı. Bugün ise çekirdek ailelerin yerini tek ebeveynli ailelerin hızla almakta olduğuna şahit olmaktayız. Aile yapısında toplumun gördüğü en büyük değişim tek ebeveynli aile yapısının yaygınlaşmasıdır diyebiliriz. Boşanmalar, evliliğin getirdiği sorumluluklardan kaçış, Batı Avrupa ülkelerindeki gibi tek ebeveynli aile tarzının yaygınlaşmasına yol açmaktadır.

Mademki değişim hayatın kaçınılmaz bir geçeği, zaman içerisinde aile yapısında meydana gelen bu değişimi nasıl değerlendirmeliyiz? Değerlendirme için değer kriterini belirlemek gerekir. Basitçe aile yapısındaki değişimin toplum açısından olumlu ve olumsuz yanlarını dikkate alarak değerlendirme yapabiliriz. Bu açıdan bakıldığında, çözülen aile yapısı toplumun geleceği açısından sonuçlarının, boşanma istatistiklerindeki artış oranlarından çok daha büyük olduğu görülmektedir. Şöyle ki, aile yapısındaki bozulma: (1) bir sonraki neslin yetiştirilmesinde eğitim eksikliği (2) kendisi ile barışık psikolojisi sağlam birey sayısındaki azalma (3) toplumdaki rol ve statülerin öğrenilmesinde eksiklikler (4) örf, adet, töre, ahlaki değer eğitim ve öğretimindeki eksiklikler (5) edep duygusunda aşınma (6) sevgi ve saygı kavramlarında aşınma (7) güven duygusunun ortadan kalkması (8) bağlanamama sorunu, bireyin köksüzleşmesi (9) aile ekonomisinin kaybolması (10) yaşlı anne-baba bakımının ciddi bir sorun haline gelmesi (11) evlilik müessesesinin değersizleşmesi gibi bir çok sorunu beraberinde getirmektedir. Bu çerçevede düşüncelerimizi daha da derinleştirmemiz mümkündür.

  1. Aile yapısındaki değişimin toplumsal yapıya etkileri

İçinde yaşadığımız hayat sayılamayacak kadar çok sayıda değişkenden oluşan çok karmaşık bir bütünü oluşturur. Bu bütünü kişinin bütün yaşamını içerisinde geçirdiği, bütünü oluşturan birimlerin birbirine bağlı ve etkileşim içerisinde olduğu sosyal bir sistem olarak tanımlayabiliriz. Sosyal sistemin bileşenleri olarak eğitim, sağlık, güvenlik ve adalet kurumları, toplumsal sınıflar, statüler ve roller, ekonomik organizasyonlar, hukuk sistemi, kültürel yapı sayılabilir. En önemlisi de sistemin “kendi kendisini düzenleyebilen” ve daima “kendi dinamik dengesini kurmak eğiliminde” olan bir bütünü oluşturuyor olmasıdır. Buna göre sosyal sistemin bir parçası, örneğin aile yapısını veya eğitimi etkileyen hukuki bir düzenleme, her hangi bir kanun üzerinde yapılan değişiklik zorunlu olarak diğer sistem kısımları üzerinde de etki yapacaktır. Bununla birlikte, sistem dinamik yapısı dolayısıyla, değişim sonrasında yeni dengesini buluncaya kadar sistemi oluşturan birbirleri ile ilişkili unsurlar devinimlerine devam edeceklerdir.

Daha da önemlisi sosyal yapı gibi çok karmaşık sistemlerde meydana gelen herhangi bir değişim, eksilen herhangi bir unsur, sistem üzerinde “Kelebek etkisi”nde olduğu doğrusal olmayan ve öngörülemez etkilere neden olabilir. Kelebek etkisi, bir sistemi oluşturan değişkenlerin birindeki küçük bir değişikliğin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır. Örnek olarak denilir ki, dünyanın bir ucundaki bir kelebeğin kanat çırpması dünyanın diğer ucunda bir kasırganın oluşmasına neden olabilir. Aynen bunun gibi hayatın dinamik yapısı ve bu yapıdaki değişimlerin etkileri de kelebek etkisi yardımıyla açıklanabilir. Daha açık bir ifade ile, sosyal sistemin bileşenlerinin birinde meydana gelecek olan çok küçük, çok önemsiz gibi görünen bir değişim ileride sosyal yapı üzerinde çok yıkıcı fırtınalara yol açabilir.

 

 

Sonuç

Farkında olarak veya farkında olmadan öğrendiklerimiz sistem I’in kararlarında kullanılır. İşte bu yüzden ne dinlediğimiz ne seyrettiğimiz çok önemli. Fark etmeden gördüklerimiz bizim için normalleşir. Farkına varmadan öğrendiklerimiz üzerinde sistem II’yi kullanarak düşünmez isek yanlışı da doğru kabul etmeye başlarız. Veya bir rol modelin söyledikleri yaptıklarını irdelemeden kabul edersek sistem I bizi yanıltır. Onun için tefekkürü (ki sistem II yapar) elden hiçbir zaman bırakmamak gerek. Toplumun önderleri, liderleri, hocaları, mütefekkirleri, sanatçıları vs rol model alınırken Sistem II aktifleştirilmeli, tefekkür elden bırakılmamalıdır. Algı yönetmenleri belirlediği kimselerin rol model olarak alındığı, önerdikleri düşünce ürünlerinin benimsendiği durumlarda varılacak nokta tamda şu an bulunduğumuz durum olacaktır.

*Bu makalede yer alan fikirler Muhittin Kaplan’a aittir ve İFTAM’ın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

 

 

Prof. Dr. Muhittin Kaplan

Yüksek Lisans: University of Leicester
Doktora: University of Leicester

Paylaş