Ön söz yerine bir cümle
Bu çalışma, uluslararası ilişkilerin (Uİ) temeli olarak üniversitelerde okutulan Realizm, Liberalizm ve Constructivism/İnşacılık olarak adlandırılan üç teoriden, süreç içerisindeki gelişimlerinden ve uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırdıklarının karşılaştırmalı olarak incelenmesinden müteşekkildir.
Uluslararası İlişkiler (Uİ) Tarihine Bakış ve Amerikan Bilimi Meselesi
Her şeyden önce uluslararası ilişkilerin tarihine kısaca değinmek gerekir. Uluslararası ilişkiler önceleri politikanın bir alt dalı olarak vardı, 1919’da Galler/Büyük Britanya bölgesindeki bir üniversitede Uluslararası Politika kürsüsü kuruldu. İngiltere’de doğmasına rağmen gelişimini Amerika Birleşik Devletleri’nde sürdüren Uluslararası İlişkiler bir süre sonra diğer departmanlarda da örneklerini gördüğümüz üzere “American Science” olarak anılmaya başlandı. Bu durum güçten, güçlü devlet olmaktan bağımsız olarak düşünülemez. Yani ABD’nin sadece Uluslararası İlişkilerde değil sosyal bilimlerde öncü olmasının sebebi güçlü devlet (power state) olmasıyla doğrudan ilişkilidir. Zira güçlü bir devlet olmak projeleri destekleyecek yeterli miktarda fona sahip olmak demektir.
Tarihsel arka planda Uluslararası İlişkilere bakacak olursak; İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD dünya gücü haline geldi. Böylece dönemin hegemonik gücü olan İngiltere’de doğan uluslararası ilişkiler harp sonrası ABD’de gelişimini sürdürdü. İngiltere’de bulunan akademi ve unsurlarının da savaş sonrasında Amerika’ya göç ettiklerini de belirtmek gerekir. Neticede ABD, diğer birçok alanda olduğu gibi uluslararası ilişkiler alanında da bilgi üretmeye ve yaymaya başladı.
Avusturyalı Profesör Stanley Hoffman, Uluslararası İlişkilerin ABD’de gelişimini akademisyenlerin bir şeyler üretmek konusunda özgür olmaları ile ilişkilendirmektedir. Yani bilgi üretiminin önünde herhangi bir engelin olmaması haliyle bilimsel çalışmaları destekleyici bir unsur olmuştur. Bunun dışında devletin bilgi üretimini desteklemesi ve üretilen bilgiyi sahada kullanması gelişmeye katkı sağlayan diğer bir faktördür. Soğuk savaş dönemini düşünecek olursak yıllarca fiziki bir savaş olmaksızın sürdürülen rekabette akademilerin ve birimlerinin ürettikleri uluslararası politik teorilerin kullanıldığını söylemek gerekir. O dönemlerde Sovyetlerin temsil ettiği doğu bloku ve Amerika’nın temsil ettiği batı bloku olarak iki kutuplu dünya sisteminden bahsediliyordu. Bu sistem içerisinde de uluslararası politika üretmek zorunluydu çünkü dış politik hamlelerinde eksiklik olanın, yabancı ülkelerden aldığı desteği kaybetme tehlikesi vardı. Literatürde muhafaza (containment) olarak bilinen ve devletleri iki kutuptan birine çekme politikaları, akademinin mutfağını oluşturduğu bu uluslararası politika üretme çalışmalarını zorunlu kıldı.
Uluslararası İlişkiler Teorileri
1.Realizm
Uluslararası İlişkilerin temel teorilerinden olan realizm güvenli ve barışçıl bir teori değildir. Tarihte Thukididis, Machiavelli ve Hobbes bunun savunucuları idi. Hobbes’a göre devletin gücü mutlaktır ve genel anlamda egemenin hiçbir eylemi onun uyrukları tarafından eleştirilemez. Bu manada her türlü güç ve yetki egemenlik hakkını elinde bulunduran devletin elindedir ve devletin hakları mutlaktır, bölünemez devredilemez. Hobbes’un tüm bu görüşlerini Uluslararası İlişkiler bağlamında düşünecek olursak bireylerin yaşama nedeni nasıl ki hayatta kalabilmekse devletlerin de yaşama nedeni hayatta kalabilmektir. Güvenlik ve beka meselelerine sıkça atıf yapılan realizmde devletin amacı (reason of the state / raison detat) ve varlık nedeni güvenliğini sağlayabilmektir.
Güç vurgusu ile sıkça karşılaşılan realizmde güvenlik mevzusunda ilk akla gelen askeri güvenliktir. Çünkü “kurtlar sofrasında” ayakta ve hayatta kalabilmek için güç ve askeri güvenlik konusunda temkinli olmak gerekmektedir. Burada güç vurgusunun bu denli çok olmasının nedeni ise ahlaki ya da bağlayıcı herhangi bir sınırlandırma olmaksızın devletin devamını sağlayabilmektir. Machiavelli’nin siyasetinde de karşımıza çıkan ve terminolojide “dual moral standards” olarak yer edinen ahlaki anlayışın bireyler ve devlet nazarında farklı olması durumu özellikle realist teoride devletin devamını sağlama açısından önem arz etmektedir. Bu anlayışı sürdüren realist akademisyenlere göre de devletin ahlakı ile bireylerin ahlakı aynı değildir, devletin eylemleri bireylerin ahlakına göre değerlendirilmemelidir. Suistimale hayli açık olan bu anlayış hedefe ulaşmak için her şeyin mübah olduğunu varsayan anlayıştan farksızdır ve bir o kadar tehlikelidir.
Bir konunun anlaşılması bakımından ilgili kavramlara derinlemesine nüfuz edilmelidir, bu anlamda realizmi anlamak için “devletçilik/statism, devletin devamı/survival, güvensizlik hali/self help” kavramlarına bakılmalıdır. “Statism”, realizmin “ahlak”ının kurulu olduğu yani hikmeti hükumet anlayışının hâkim olduğu kavramdır, dolayısıyla realizm için hayati öneme sahiptir. “Survival”, realizmde devletin hayatiyetini koruması bakımından önemli olan bu kavram devletin tehlikelerden korunmasını ve gücüyle askeri güvenliğiyle kendini güvence altına alması gerektiğinden bahseder. “Self Help” ise devletin kimseye güvenemeyeceğini ve tehlikeler ile sarılı olduğu varsayımıyla kendi çıkarını gerçekleştirmek için çalışması gerektiğinden bahseder. Bu bağlamda ulusal çıkarlar “national interest” devletin düşünmesi gereken tek konudur. Buna göre bazı devletlerin dini, kültürel ve tarihi ortak geçmişe sahip olmaları bir anlam ifade etmez.
Realizmin üç çeşidinden bahsedilmelidir: Klasik Realizm, Yapısal Realizm (Structural / Neo-realizm), Neo-klasik Realizm. İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde klasik realizmden, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ve genellikle soğuk savaşın açıklanması için kullanılan Structural/Neo-realizmden soğuk savaşın bitmesinin ve Sovyetlerin dağılmasından sonraki dönemde ise Neo-klasik realizmden bahsedilmelidir. Farklı türlerin ortaya çıkmasına da var olan teorilerin sistemi açıklamadaki yetersizlikleri şeklinde bir yaklaşım sergilemek mümkündür. Yani her yeni çıkan teori ya da yaklaşım bir öncekinin eksikliğinde hayatiyet bulmaktadır, kendi varlığını diğerlerinin yokluğunda bulmaktadır. Böylece uluslararası sistemin yapısı değişiyor ve yeni ihtiyaçlar ortaya çıkıyor ve her yeni çıkan teori bunu karşılama iddiasıyla var oluyor. Realizmin özü değişmese de farklı açıklamalar ve yaklaşımlar bu yenileşme çabaları içerisinde kendine yer ediniyor.
1.1 Klasik Realizm
Klasik realistler İkinci Dünya Savaşı öncesi varlığını sürdürmüşlerdir. Onlarda devletin hareketlerini açıklarken insan doğasına sürekli bir gönderme hali vardır. Klasik realizm teorisinin temeli, klasik düşünürlerinin de çalışmalarında sürekli durduğu gibi, güvensizlik hali, kıskançlık, korku ile donatılmıştır. Bu açılamalar sürekli olarak insan doğası bağlamında değerlendirilmiştir klasik realizmde.
1.2 Neorealism-Structural Realism
Soğuk savaş ile birlikte iki kutuplu dünya meydana geldi. Bir tarafta ABD ve savunduğu ideoloji kapitalizm diğer tarafta Sovyetler ve savunduğu ideoloji komünizm vardı. Bu bloklar sürekli olarak bir rekabet içindeydiler. Neorealistler klasik okulun söylediği gibi devletlerin insan doğasında göre hareket etmediklerini, aksine devletleri sınırlandıran uluslararası bir kısıtın olduğunu ve onların sistemin özelliklerine göre hareket ettiklerini söyler. Nasıl ki klasik realistler insan doğasında gönderme yapıyorlardıysa Neorealistler de sürekli olarak sistemin yapısına ve özelliklerine gönderme yapıyordu. Çünkü bu sistem devletlerin öyle ya da böyle bu iki bloktan birinin içinde olmasını gerektirir ve bu bloklar devletlerin karar mekanizmalarını etkiler. Zira ülkeler içinde bulundukları bloklardan bağımsız hareket edemezler. Yukarıda düşünceleri ele alış biçimleri değişse de özün aynı olduğundan söz etmiştik. Öyle ki realizmin özüne sahip olan neorealist yaklaşımda devletlerin amacı bu uluslararası sistem içinde hayatta kalmaya çalışmaktır.
1.3 Neoklasik Realizm
Realistlere göre özellikle sistem içinde bir değişimin olması için mutlaka bir savaş olmalıdır. Ancak dünya fiziki müdahaleler olmaksızın bir savaş görmüştür ve bunun sonucunda büyük değişimler olmuştur. Soğuk savaşın beklenmedik şekilde sona ermesi ve Sovyetlerin çöküşü ezberleri bozmuş ve neorealistlerin cevaplamakta zorlandıkları büyük bir soru haline gelmiş ve neticede bir başka grup ortaya çıkmıştır: Neo-klasik realist teori. Soğuk savaş bitti ve yapısalcıların söz ettikleri devletlerin karar mekanizmalarını etkileyen iki kutuplu dünya kayboldu. Sonuçta devletin cinsi, iç yapısı, teşkilatı, kurumların işleyişinin bir hayli göz ardı edildiği ortaya çıktı. Ve realizmin özünü içinde barındıran yeni bir anlayış çıkmış oldu. Buna göre devletin yapısı ve lideri dahi değiştikçe devletin hareketleri değişebilirdi.
Realizm Neden İdeal Bir Sistem Değildir?
Realizmden, kavramlarından, ilkelerinden ve savunduğu değerlerden bahsettik. Peki realizm neden ideal bir sistem özellikleri taşımaz? Her şeyden önce çıkarın her kapıyı açan bir anahtar olmadığını, ne Uluslararası İlişkilerde ne de diğer sosyal bilimlerde bu tür bir anlayışın geçerli bir sistem oluşturabileceğinden bahsedilebilir. Gücün de birçok şeyin temelinde varlığını korusa da her zaman için geçerli bir fenomen olduğunu söyleyemeyiz. Aşağıda tartışılacak olan “Constructivism” deki kimlik ve ortak değerlerin de bazen güç ve çıkarın önüne geçtiği olmuştur. Realizmin üzerinde ısrarla durduğu silahlanma (military power) konusu da bu anlamda ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Ayrıca değişim konusu da realizmin yetersizliğini kanıtlayan bir başka delili olmuştur. Çünkü realizmde değişimin tek yolu savaştı. Fakat soğuk savaş ile gördük ki onlar soğuk savaşın ani bitimini öngöremediler. Dolayısıyla realizm ideal bir sistem olma konusunda pek de iddialı durmuyor.
2. Liberalizm
Uluslararası İlişkilerde temel teorilerden bir diğeri liberalizmdir. Bireyin ve özgürlüklerin özünü oluşturduğu liberalizm, realizmin ilgilendiği savaş, güvenlik, güç ve terör gibi “high politics” in aksine özgürlükler, çevre sorunları, barış ve iş birliği yani “low politics” konulara yoğunlaşmıştır. Liberalizmde temel tartışma alanlarını temel haklar ve mülkiyet (basic rights and property) oluşturur.
Bireysel özgürlükler Uluslararası İlişkiler içinde devletlerin özgürlüğü olarak yorumlanmaktadır. Liberalizmde her devletin farklı bir karakteri vardır ve bir devlet diğerinin içişlerine müdahale edemez. Buna göre devletler demokratik, hükümetler bağımsız olmalıdırlar. Liberalizmde tabiri yerindeyse kolektif güvenliğe (collective security) önem veren, ulus devlet esaslı (national self-determinational), insan haklarına göre hareket eden (based on human/public rights) bir hükumete sahip olan bir devlet karakteri oluşturulmuştur. Bu tür kavramlar liberalizmin anlaşılması açısından kritiktir. Nasıl ki realizmi anlamak için güç, güvenlik, silahlanma, devlet, korku kavramlarından söz ettik; liberalizmi anlamak için de kolektif güvenlik, bireysel özgürlükler, demokrasi, barış, bağımsızlık kavramlarından bahsetmek gerekir. Devletlerin karakterinin ötesinde liberalizmin ilgilendiği diğer bir alan da uluslararası sistemdir. Bu bağlamda liberaller kalıcı dünya barışının mümkün olup olmadığı ve dünya vatandaşlığı ile sınırların ortadan kalktığı bir dünya hükümetinin olup olamayacağı gibi konular hakkında tartışmaktaydılar.
Demokratiklik liberalizm için önemlidir. Ortak hareket için demokratik devletlere ihtiyaç vardır. Böylece liberal demokratik düşünce tarzı gelişti ve dünyanın demokratik liderler ya da ülkeler tarafından yönetilmesi durumunda daha barışçıl olacağı vurgusu yapılmaya başlandı. Immanuel Kant bu noktada daimî dünya barışının (perpetual peace) sağlanması için demokrasinin önemine dikkat çekmiştir. Öyle ki demokratik devletler birbirleriyle savaşmazlar, onlar aralarında sıkıntı çıktığı zaman diplomasi yolunu tercih ederler. Yani daimi barış teorisinin devletleri karşılıklı uluslararası dayanışmaya ittiğini söylemek mümkündür.
Liberalizm bahsinde ekonomik ve siyasi olarak bir kategorizasyon yapmak yerinde olacaktır. Siyasi kısımda yukarıda açıklandığı şekliyle bir görüşün hâkim olduğu söylenebilir. Ekonomi boyutuysa her ne kadar dünya barışı için gerekli olarak görülse de siyasi liberalizmden farklılıklar göstermektedir. Ekonomik liberalizm küreselleşme (globalization) ile birlikte piyasa ekonomisini savunan ve serbestleşmeyi savunan görüştür. Uluslararası sistemde barış için liberal görüş ekonomisinin etkisi ele alınmalıdır. Buna göre ekonomik ilişkiler gelişirse savaş çıkma ve barış bozulma ihtimali azalır.
Anayasalar liberalizm için önemlidir çünkü sürekli bir birey vurgusuna sahip olan liberalizm için anayasaların devlete karşı bireyi koruması önem arz eder. Devletin anayasalar tarafından kontrol edilmesi de bir anlamda liberalizmin devletin sınırlandırılması fikrine katkıda bulunmaktadır.
Kolektif güvenlik kavramı bir başka önemli noktadır liberalizm için. Bir araya gelip ortak güvenlik oluşturma çabaları liberalizmin görüşleriyle örtüşmektedir. NATO, WARSAW PACT gibi oluşumlar bunun örnekleridir. Realizmin devletlerin uluslararası sistem içinde yalnız olduklarını ve güçler dengesi oluşturması gerektiğini düşünmesi liberalizm için geçerli bir görüş değildir. Çünkü liberalizmde her koyun kendi bacağından asılır mantığından öte bir devletin derdinin ortak diğer devletlerin de derdi olduğu savunulmaktadır.
Uluslararası sistemde realizme göre liberalizmin uygulanması pratik ile teorik farklılıklar sergilediği için daha zordur. Aslında bu zorluk realizmin liberalizme göre daha net olmasından da kaynaklanmaktadır. Liberalizm dünyada barışçıl düzenin sağlanması için uluslararası hukuk başta olmak üzere uluslararası kurumların ve iş birliğinin artırılmasını gerektiğini öngörmektedir. Realizmde iş birliğinin mümkün olmadığını, liberalizmde ise bunun temel fenomenlerden olduğunu hatırlatmak isteriz. Buna göre devletin tekliğinden ziyade ulusal ve uluslararası arenada şirketler, sivil toplum kuruluşları ve hatta bireyler gibi farklı aktörler de vardır.
Neo-Neo Karşılaştırması (Neo-Neo Debate)
Neo-realizm ve neo-liberalizm karşılaştırması birçok noktada farklılıklardan doğmaktadır. Her şeyden önce iş birliği (cooperation) mevzusunda neo-realizmin katı ve kapalı olduğu söylenmelidir. Neo-liberalizm ise uluslararası daimî barışın sağlanması için ve kolektif güvenlik için iş birliklerine her zaman açık bir konumdadır. Realistlerin bu kapalılığını oluşturan dinamikler incelenecek olursa onların mutlak kazanç (relative gains) konusundaki ısrarlarının iş birliğinin oluşmasındaki en büyük engeli oluşturduğu görülür. Çünkü realist devlet her zaman en çok kazanmayı yani kar maksimizasyonunu tek hedef olarak belirlemiştir. Liberaller bu noktada daha ılımlı oldukları için iş birliği onlar için her zaman birinci planda tutulmuştur. Bunu liberallerin kazan-kazan (win-win/absolute gains) düşüncesinin oluşturduğunu söylemek mümkündür. Görüldüğü gibi neo-neo tartışmasında birinci uyuşmazlığı iş birliği konusu oluşturmaktadır.
Bir diğer fark uluslararası sistemde ilgilendikleri konular, bakış açıları ve aktörler üzerinde oluşmaktadır. Neo-realizm askeri güvenlik, güç, devlet gibi “high politics” konularla ilgilenirken ve temel aktör devlet iken neo-liberalizm çevre, eşitlik, özgürlük, demokrasi, ekonomi gibi “low politics” konularla ilgilenmektedir ve devletten başka aktörler de mevcuttur. Uluslararası sisteme bakış olarak neo-realizmin çatışma üzerinden bir tanımlaması varken neo-liberalizm daha çok uluslararası hukuk (international law), kurumlar (institutions), iş birliği (cooperation), ve diyalog kavramları ile tanımlama yapmaktadır.
Liberalizm Neden İdeal Bir Sistem Değildir?
“Küreselleşme malların hizmetlerin ve insanların sınırlar yokmuşçasına hareket etmesidir.” Bir bütün olarak kültürel, ekonomik ve siyasal küreselleşmeden bahsedilebilir. Kültürel olarak hegemonya kültürü, ekonomik olarak kapitalizmin yayılması siyasi olarak ise hem serbest seçimler ve demokrasi vurgusu hem de küresel kurumların, örgütlerin bir araya gelmesi durumudur. Ekonomik olarak küreselleşme ile birlikte neo-liberal politikaların doğurduğu haksızlıklar hukuksuzluklar vardır. Hegemonik gücün sürekli kazanması ve sömürülenlerin sürekli kaybetmesi liberalizmin teorisi ile pratiği arasındaki uçurumu gözler önüne sermektedir. Liberal demokrasi vurgusu neticesinde demokrasi götürülen ülkelerin yaşadıkları da bunun bir belgesi niteliğindedir. Siyasi bir diğer tutarsızlık ise uluslararası organizasyonlarda demokratik her devletin eşit sayılması gerekirken bazılarının “top democracy” olduklarından ya da öyle olduklarını varsaydıklarından dolayı diğer devletler üzerinde söz sahibi olması durumudur.
3.İnşacılık-Social Constructivism
Bu olgu/teori direkt olarak Uluslararası İlişkiler ile ilgili olmasa da zaman içinde literatürde yerini sağlamlaştırdı ve özellikle soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte daha önemli hale geldi. Bu teorinin temel amacı soğuk savaş sonrası dünya düzenini anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktır. İnşacılık olarak dilimizde yer edinen bu teorinin arada kalmış bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. Realizm konsepti içinde güvenlikten liberalizm konsepti içinde iş birliğinden bahsediyorduk. İnşacılık (social constructivism) teorisinde ise kimlik ve dil üzerine kurulan normlardan bahsedeceğiz.
Neo-realizmde devletler bloklardan bağımsız hareket edemiyordu, bilardo toplarından farksız birer organizma gibiydiler. Birbirlerinden farksız olan devletler bu sistem içinde hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Kısacası sistem, kartları dağıtan unsurdu. İnşacılık teorisinin temelinde ise bu üst yapıların olduğu reddedilmiyor fakat bunları oluşturanın da bu devletler olduğu savunuluyordu. Yani olaya neo-realistlerin baktığı gibi devletlerin yapıp edecekleri dahil her şeyi sistem belirler şeklinde değil de bu sistemi oluşturan devletlerin kendi iradelerinin olduğunu gerektiğinde lüzumlu değişikliklerin yapılabileceği gibi bakmaktaydılar. Evet ortada bir sistem var ama sistem unsurları olmaksızın var değil, elbette bu sistemin unsurları var, yoksa nasıl ayakta kalabilsin; çözülür gider.
İnşacı bakış açısına göre sistem özellikleri ve yapısı var, kurallar; normlar da var ama bunun yanında devletlerin kimliği, karakteristiği, dini, milli ve kültürel değerleri de vardır. Her şey inşa edilmiştir (constracted). Yani çevremizde olan ne varsa hepsi çıkar, kimlik, değerler, normlar, din gibi gerçeklikler tarafından oluşturulmuştur. Devlet realist bakış açısında olduğu gibi tek aktör değildir. İnşacılar devletin çok önemli olduğunu kabul ediyorlar ama en önemli ya da tek önemli olmadığını söylüyorlar. Uluslararası teorileri açıklarken uluslararası sistemin anarşik (devletin üstünde herhangi bir gücün olmaması durumu) olduğundan bahsediyoruz, inşacılara göre bu da oluşturulmuş bir durumdur. Yani bu sahada üst bir devlet ya da hükümetin olmaması yine devletler tarafından belirlenmiştir.
Realist bakış açısında olduğu gibi devletlerin en güçlü olmaya çalışmaları inşacı teoride farklı şekilde değerlendirilmiştir. Onlara göre realistler için ortak tarih, kültür, din hiçbir anlam ifade etmediği için ne olursa olsun her devletin en güçlü olmaya çalışması gerektiğini söylerler. İnşacılara göre uluslararası sistem içinde devletlerin nasıl hareket edeceğini kimlik, din, ortak değerler, normlar kısacası devletin karakteristiği belirler. Onlar gücün devletlerin elinde olduğunu ve istedikleri zaman sistemi değiştirebileceklerini savunurlar. Yani değişim realizmdeki gibi ancak savaş yoluyla değil iş birliği ve devletlerin kendi karar mekanizmaları sayesinde olabilmektedir.
Bu teori soğuk savaşın beklenmedik şekilde sona ermesiyle birlikte daha çok gündem olmaya başladı. Çünkü bu teori soğuk savaşın bitimini ve Sovyetlerin dağılmasını kimlik üzerinden açıklayabiliyor. İnşacılıkta devletlerin kodları yoktur ve onlar her koşula uygun hareket tarzını belirleyen organizmaya sahiptirler. Çıkarlar da realizmdeki gibi değildir inşacılıkta. Yani bir devlet ortak geçmişe sahip olduğu diğer bir devletle zararına dahi olsa ilişki içine girebilir. Sonuç olarak çıkar da realizmde olduğu gibi güç ve rekabet üzerinden tanımlanmaz.
İnşacılık (Constructivism) Neden İdeal Bir Sistem Değildir?
Diğerlerine göre daha kabul edilebilir bir sistem olsa da inşacılık da içinde birtakım tutarsızlıklar barındırmaktadır. İnşacılık hakkındaki büyük sorulardan biri uluslararası sistemde kimlik ya da din üzerinden politika üretilen bir ülke ile onun hasım olduğu bir başka ülke ile ne şekilde ilişki kurulması gerektiğidir. Mesela Türkiye örneğini düşünecek olursak Doğu Türkistan ya da Filistin ile olan dini ve milli bağlarından dolayı ilişki içinde olan Türkiye, Çin ve İsrail ile nasıl bir zeminde anlaşma sağlayabilir ya da sağlamalı mıdır? Bunun dışında yine inşacılığın ikircikli yapısı ve arada kalmışlığı neo-realistler, Marksistler tarafından eleştirilmektedir.
*Bu makalede yer alan fikirler Enes Koşar’a aittir ve İFTAM’ın editöryel politikasını yansıtmayabilir.